Wuji Sarayı'na döndükten sonra Zong Zi Xiao, hatırladığı her yere gitmişti. Zhengji Salonu, Baihua Salonu, kılıç eğitim alanı, dağın arkasındaki mağara, orkide bahçesi ve Qinghui Köşkü; her biri geçmişe dair pek çok anıyı çağrıştırıyordu. Burası onun doğduğu ve büyüdüğü yerdi. On dört yaşına kadar burası onun memleketiydi ama on dört yaşından sonra kabusu haline gelmişti.
Ayak basmaya cesaret edemediği tek bir yer vardı, o da Bailu Köşkü'ydü.
Çocukluğundan beri Bailu Köşkü'nün haremdeki cariyelerin kaldıkları odalar arasında en güzeli olduğunu hissediyordu ve babasının da en sevdiği yerdi. Küçükken "Şiirler Kitabı"nı okumuştu ve Bailu isminin kökenini bulduğunu sanmıştı. Onu ödüllendirmesi için annesine gitmişti lakin annesi, kendi bulduğu Bailu ile köşkün ismindeki Bailu'nun aynı olmadığını; beyaz kamışların üzerindeki çiy damlalarını duygusal bir şekilde yazıya dökmenin ikiyüzlülük olduğunu söylemişti. Onun kastettiği çiy "Suyu yansıtan beyaz bulutlar boş şehri sallarken, incileri ve sonbahar mehtabını salıveren beyaz çiy" idi.
Fakat yalnızca her şey bittiğinde, annesinin bunu gerçekleri örtbas etmek için söylediğini anlamıştı, beyaz balıkçıllar Lu Sekti'nin armasıydı.
Lu Zhao Feng'den nefret ediyordu çünkü annesinin tüm kalbiyle aşık olduğu o adam, aşk kisvesi adı altında onu açıkça kendi çıkarları uğruna kullanıyordu.
Lu Zhao Feng'in onu ve annesini kurtarmak için sayısız fırsatı vardı ama yapmamıştı. Karısını ve oğlunu düşmanlarıyla baş başa bırakıp intikam planlarını adım adım ilerletmeyi seçmişti. Ailesini yeniden bir araya getirmenin peşinde değildi, hatta sevdiği kadını o sefil durumdan kurtarmaya da niyeti yoktu. Tek istediği şey Zong Klanı'nın politik gücüydü.
Yukarıdaki pervazda asılı olan "Bailu" kelimesine baktığında Zong Zi Xiao göğsünde bir baskı hissetti, sanki boğuluyormuş gibiydi hatta midesi de bulanıyordu. Güçlükle derin bir nefes aldı ve içeri girdi.
Avluda, yerdeki yaprakları süpüren saray görevlileri vardı. Bambu dalları bir hışırtı sesiyle birbirine sürtünürken yaşlı bir kadın bir ağacın altında oturmaktaydı. Elini kaldırmış yüzüne vuran sonbahar güneşini engellemeye çalışıyordu. Manzara o denli dingin ve huzurluydu ki, sanki dünyanın dışında kopan fırtınaların burasıyla hiçbir ilgisi yokmuş gibiydi.
Zong Zi Xiao'yu gördüklerinde avludaki herkes donakaldı.
Zong Zi Xiao da afallamıştı. Gözleriyle avluyu ve köşkü süzdü, sanki hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Bailu Köşkü'nü zihninde hep içinde örümcek ağları oluşan yıkık dökük, avlusunu ise otlardan geçilmeyecek bir halde olan bir yer olarak canlandırmıştı. Ama öyle görünüyordu ki burası sürekli temizleniyordu.
Yaşlı kadın ayağa kalktı, sarkık göz kapaklarını ovuşturdu ve titreyerek sordu, "Dokuzuncu, Dokuzuncu Ekselansları?"
Zong Zi Xiao onu tanımıştı, bu kadın bir zamanlar ona ve annesine hizmet eden Chen Momo*ydu.
ÇN: Yaşlı kadınlara hitap şekli
"Gözlerime inanamıyorum," dedi Chen Momo dizlerini döverek, yüzünde çelişkili bir şaşkınlık ve korku ifadesi belirmişti. O zamanlar Zong Zi Xiao kendi eline doğmuştu ve hayatının yarısını Bailu Köşkü'nde geçirmişti. Ancak önünde duran uzun, heybetli ve karanlık adam ona fazlasıyla yabancıydı. Bu görüntü, sarayda dolaşan söylentilerle birleştiğinde ondan korkmadan edemiyordu.
"Chen Momo...sen yaşıyor muydun?" dedi Zong Zi Xiao, şaşkınlığını henüz üstünden atamamıştı. Annesinin kişisel hizmetkarıydı, Zong Ming He nasıl olmuştu da onu öldürmemişti?