Zong Zi Heng ne yapacağını bilemeden öylece donup kalmıştı, Shen Shi Yao'nun Cymbidium saksısını temizleyişini izliyordu.
Tıpkı amcasının öldüğünü öğrendiği günkü gibi, sanki tüm Jiuzhou başına yıkılmıştı ve elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Kendi annesi ve babasıyla ilgili ne yapabilirdi?
Fakat onları durdurmak zorundaydı, bedeli ne olursa olsun daha fazla insanın öldürülmesine izin veremezdi!
Zong Zi Heng, oradan çıkmak üzere olan annesinin önüne dikildi ve sert bir bakış attı, "Ne yaptığını sanıyorsun?"
Shen Shi Yao saçlarını kulaklarının arkasına attı, "Çok yoruldum, gidip uyuyacağım."
"Gelecek sefer ne yapacağını soruyorum," dedi Zong Zi Heng dişlerini sıkarak, "Eğer Xiao Jiu'ya zarar verirsen...."
"İmparator olduğun sürece, o senin sevgili küçük kardeşin olarak kalacak," dedi Shen Shi Yao ve alaycı bir kahkaha attı, "Yoksa, kim bilir ona ne yaparım?"
Zong Zi Heng'i itti ve kendinden emin bir şekilde dışarı çıktı.
Zong Zi Heng'in zihni alev almıştı. Shen Shi Yao'nun kolunu çekiştirdi ve ağır bir gümbürtüyle dizlerinin üstüne çöktü, "Anne, Xiao Jiu benim en değerli hazinem. Babama ve İmparatoriçe'ye karşı ne kadar kin güdersen güt, o masum bir çocuk. Eğer ona zarar vermeye kalkarsan, karşılık olarak kendi hayatımı sunarım."
Shen Shi Yao öfkeyle Zong Zi Heng'e baktı ve dişlerini sıktı, "Sen...çok yumuşak kalplisin! Böyle pısırık davranarak nasıl güçlü bir hükümdar olabilirsin ki?!"
"Güçlü olmak için birbirimizle savaşıp vicdanımızı kaybetmemiz mi gerekiyor?!" diye bağırdı Zong Zi Heng, "Eğer Zi Xiao'ya dokunmaya cüret edersen, senin işlediğin günahların karşılığını canımla ödeyeceğim!"
Shen Shi Yao o kadar sinirliydi ki, bedeni titriyordu. Bir eliyle Zong Zi Heng'in çenesini tuttu, "Oğlum, nasıl bu kadar nazik ve iyi kalpli olabilirsin? Kurtlar zaten seni yemek için fırsat kolluyor, kuzu olmaya bu kadar mı heveslisin?"
"Şan ve zenginlik Tao'nun kalbine karşı gelmektir. Senin kalbindeki Tao nedir?"
Shen Shi Yao, Zong Zi Heng'e bir tekme attı, "Deli saçması!"
Zong Zi Heng yere serilmişti, tüm vücudu soğuk ve kaskatıydı, sanki ölmüş gibiydi ― Jiaolong Meclisi'nden bu yana kalbi bitmek bilmeyen işkencelere maruz kalmıştı. Kalbine saplanan her bıçak darbesi, en yakınlarından geliyordu.
Uzaklara kaçmak, her şeyi ardında bırakmak, bu cehennemin içinden çıkmak ve en yakınında olup da kalbine korku salan herkesten uzaklaşmak istiyordu. Gökyüzü uçsuz bucaksız, denizler ise engindi. Dışarıya atacağı birkaç adım sonunda özgürlüğünü kazanmış olacaktı. Ama eli kolu bağlanmış, ağzı kapanmıştı, yalnızca aralıktan sızan ışığı izleyebiliyordu.
Kapının dışından Zong Zi Xiao'nun tanıdık sesi geldi, sanki kederin ne olduğunu hiç bilmiyormuş gibi neşeyle "Dage!" diye seslendi.
Zong Zi Xiao içeri girdiğinde, Zong Zi Heng yerden kalkmıştı ve buruşan kıyafetlerini düzeltmekteydi.
"Dage, ne oldu?" dedi Zong Zi Xiao ve birkaç adım attı, "Yine, yine ağlıyor musun? Cariye Shen yüzünden mi?"
Zong Zi Heng zavallı görünen ifadesini saklamaya çalıştı, "Ne işin var burada?"
"Dage, tam olarak sorunun nedir?" dedi Zong Zi Xiao, canı sıkılmıştı, "Sana ne söyledi? Kavga mı ettiniz?"
"Soru sorma."