Zong Zi Heng kâbus görüyordu.
Rüyasında Kunlun'un karlı ovalarına geri dönmüştü. Her şey son derece tuhaftı. Rüya gördüğünü, burada olmaması gerektiğini, bu anın geçmişte var olduğunu biliyordu ama bir türlü uyanamıyordu. Sadece bu da değildi; acı, soğuk, yorgunluk ve açlık, o sırada hissettiği her şeyi yeniden hissediyordu.
Yaralarından akan kan buza dönüşüyordu. Altın özünde hiç ruhani güç kalmamıştı ve keskin soğuk, yavaş yavaş bilincini kaybetmesine neden oluyordu. Sadece yaşam alevinin tamamen söneceği ve dondurucu soğuğun onu ele geçireceği o son anı bekliyordu.
Bu buzlu ovada ölüp gideceğini biliyordu ama yine de Zong Ming He altın özünü çalmadan önce ondan kaçabildiği için memnun hissediyordu.
Karın üzerine yığıldı. Bedeni kaskatı kesilirken, geçmişe dair tüm anıları gözlerinin önünde yeniden canlandı.
Son nefesini vermeye yakın olduğu o anda aklında yalnızca iki kişi vardı; annesi ve Xiao Jiu.
Shen Shi Yao'dan nefret ediyordu ve böyle bir annesi olmasını hazmedemiyordu fakat, ömrünün son anında tek hatırladığı sarayda birbirlerine nasıl sarıldıklarıydı. Annesinin şefkatli sözlerini, nazik okşamalarını ve haksızlığa uğradığındaki gözyaşlarını anımsıyordu. Eğer kaderin cilvesi hayatlarını mahvetmiş olmasaydı belki de özgür bir efsuncu olurdu ve evlenerek kendi ailesini kurardı.
Ah o biçare annesi ah. Eğer sevdiklerine zarar vermemiş olsaydı annesinin istediği şeyleri elde etmek için ölümüne savaşabilirdi.
Ama uğruna her şeyini vereceği, dünyalara değişemeyeceği, bu hayatta en çok sevdiği kişi olan Xiao Jiu'yu korumak zorundaydı.
Bu beyaz sefalet örtüsünün üzerinde ölüp gidecekti ama, Xiao Jiu'su her bakımdan zengin ve bereketli olan ölümlü diyarda özgürce yaşayabilecekti. Bu her şeye değerdi ve yeterliydi.
Düşünceleri yavaş yavaş dağılmıştı; bedeni buz kesmişti ve ağrımıyordu. Sevgiyi ve nefreti, kazancı ve kaybı artık geride bırakıyordu. Bu nihai nüfuzun ortasında, sanki göklerden altın bir ışık inmiş ve ruhani bilgeliğini şiddetli bir şekilde yarıp açmış gibiydi. Gözlerinin önünde büyük bir göksel kapı yavaşça açıldı ve Zongxuan Kılıç Tekniği'nde Cennetin Sekizinci Seviyesi'ne adım attı.
Ama ne faydası vardı ki? Zaten ölecekti.
Bedeni soğuk ve sıcak arasında gidip geliyordu; buzların arasından çıkıp sanki alevlerin arasına giriyormuş gibiydi ve yavaş yavaş onu paramparça ediyordu. Şiddetle haykırdı ama tamamen karanlığa gömüldüğü için sesi çıkmıyordu.
"Dage, Dage."
Karanlıktan telaşlı bir ses duyuldu ve Zong Zi Heng, kalbinin büyük bir sıçrayışla uyandığını hissetti. Xiao Jiu'ydu, ona seslenen kişi Xiao Jiu'ydu, kesinlikle Xiao Jiu olmalıydı!
Zong Zi Heng ağırlaşmış olan gözkapaklarını açmak için çabaladı.
Uyanmıştı lakin, Zong Zi Xiao'ya bakarken onun Xiao Jiu olduğuna inanmak istemiyordu.
Zong Zi Xiao hafif bir nefes verdi ve endişesini gizledi, "Kâbus gördün."
"Kâbus demek...ah."
Hayatında ölüme en yakın olduğu anı rüyasında görmüştü. Qi Meng Sheng onu kurtarmasaydı, kesinlikle ölmüş olurdu.
Zong Zi Heng Fenglin Kıtası'nda iyileşme sürecindeyken, Zong Ming He gizlice oraya gelip onu teslim etmelerini istemişti. Cangyu Sekti, Zong Klanı'na boyun eğmiyordu ve Zong Ming He de diğer insanların haberdar olmasından korktuğu için kaba kuvvet kullanarak zorla almaya cesaret edememişti.