Zong Zi Heng geceleri, eskiye dair gördüğü rüyalardan birkaç kez uyanırdı ve bu noktaya nasıl geldiklerini düşünürdü. Eğer tüm gerçekleri anlatırsa eskisi gibi olmalarının bir yolu olup olmadığını sorgulardı.
Tüm gerçekleri anlatmayı hiç düşünmemiş değildi. Hataları ve pişmanlıkları vardı ama Xiao Jiu'ya asla zarar vermemişti.
Yine de sanki, ağzını kapatan ve üzerine baskı yapan, görünmez ellere benzeyen kat kat pranga vardı.
Zong Klanı'nın en büyük prensiydi, İmparator Zong'du. Tüm Daming Zong Klanı'nın üç yüz yıllık temeli ve ihtişamı omuzlarına yüklenmişti. Zong Ming He'den nefret etmesine rağmen, bu sırrı ölümüne kadar saklamak zorundaydı. İmparator Zong Ming He'nin kendi ağabeyini ve oğullarını bile önemsemeden, altın özlerine göz diken bir şeytani efsuncu olduğunu kimsenin bilmesine izin veremezdi.
Zong Ming He'nin Wuyun Sekti'nin büyümesine izin vermesinin nedeni tam olarak Lu Zhao Feng'in Daming Zong Klanı'nı yok etmek için yeterli olan sırrı elinde tutuyor olmasıydı. Bu sayede iki taraf yıllarca birbirini kontrol altında tutmuştu.
Zong Zi Xiao'nun Wuyun Sekti'ne yaklaştığını duyduğunda, karışık duygular içindeydi. Tıpkı giyotinin içinde, boynuna düşeceği anı bekleyen bir mahkum gibiydi.
Ancak, Lu Zhao Feng'in ölene kadar Zong Ming He'nin gerçek yüzünü açıklamamasını da hiç beklemiyordu. Lu Zhao Feng, doğal olarak Zong Zi Xiao'nun Zong Zi Heng'e olan nefretinin Zong Klanı'na daha çok zarar vereceğini biliyordu.
Lu Zhao Feng o kadar sinsiydi ki ölümünde bile intikam almak uğruna kendi oğlunu kullanmayı tercih etmişti.
Gelgelelim, bu sırrı ve tüm Zong Klanı'nın devlet gücünün refahını sırtlanmak kendi kaderinde vardı.
Sevdiği, nefret ettiği, kırgın olduğu ve acıdığı annesi onun için sayısız günah işlemişti. En sonunda kendi canına kıymıştı ve oğlu olarak, o günahlara ortak olmak zorundaydı.
Ayrıca, söylese bile Zong Zi Xiao buna inanır mıydı ki? Gerçekler ortaya çıktıktan sonra eskisi gibi olabilecekler miydi?
Zhengji Salonu'nda meydana gelen vahşet, geçmişlerini tamamen parçalamıştı. O andan itibaren, bir daha asla Dage ve Xiao Jiu olamazlardı.
Zong Zi Xiao'nun gözlerindeki acıya bakarken, kendi kalbi de kederle doluyordu. Kanlı, şiddetli ve uğursuz Yüce İblis bir zamanlar sadece masum bir çocuktu.
Zong Zi Xiao, bu soruların cevaplarını alamayacağını biliyordu. Belki Zong Zi Heng'e soruyordu, belki de kendisine soruyordu. Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyıktı; sevgi ve nefret duygularının arasında gidip gelmekten kurtulamıyordu.
Zong Zi Heng kalbinde binlerce kez fikir değiştirdikten sonra yorgun düştü, artık ne söylese nafileydi, "Geçmişte sana hep samimiyetle davrandım."
Zong Zi Xiao onu yakasından tuttu ve dişlerini sıktı, "Samimiyetin midemi bulandırıyor."
Zong Zi Heng'in nefesi kesildi.
"Söylesene, sen kime karşı samimiydin? Hua Yu Xin'i seviyordun, yine de onu Lu Zhao Feng'i ifşa etmek için kullandın. Dağları Yürüten Kırbaç aracılığıyla yeraltında sarayında ölmesine neden oldun ve şimdi de suçluluk duyduğun için yeğenini büyütüyorsun. Ailemin dağılmasına neden olmana rağmen sanki beni çok seviyormuşsun gibi bir de Bailu Köşkü'nün olduğu gibi kalmasını sağlamışsın!" diye kükredi Zong Zi Xiao, bakışları oldukça vahşiydi, "Madem karmadan korkuyorsun, işlediğin günahların bedelini ödeyebilecek misin?!"
Zong Zi Heng sessizce Zong Zi Xiao'ya baktı, gözlerinde kırgınlık yoktu; bakışları denizin derin sükûnetinin, altındaki dalgaları gizlemesi gibiydi.