Zor günler, çaresiz dakikalar kim bilir nelere gebeydi saatler?
Zaman su gibi akmazdı bazen. Çetrefilli olurdu. Karşımıza zorluklar çıkarıp bizi denerdi. Önemli olan zorluklarla başa çıkabilmemiz değildi. Önemli olan o zorlukları gördüğümüzde nasıl tepki verdiğimizdi.
Zorlukları gördüğümde kaçmazdım ama saklanırdım. Şimdiyse hepsiyle başa çıkmam gerekiyordu. Bir anda.
Rana ve Gülçin'i aklımdan çıkaramıyorum. Rana daha çok tilki gibi bir surata sahip olsa da Gülçin'in kocaman, masum gibi bakan mavi gözleri vardı. Ateş için sonuçta fark etmemişti. Hepimizin kalbini kırıp bize tekmeyi basmıştı.
Ve durmayacaktı da.
Sadece üçünü tanıyorum: Melis, Rana ve Gülçin. Hepside benim gibi sarışın. Açık veya koyu diye fark etmiyordu sadece sarışınlar. Ne yapmaya çabaladığını bilmiyorum ama ölen aşkına benzer birini bulmak istediği kesindi.
Bunu bilmek acıtıyor.
Bir şey yapmamakta...
Rana ve Gülçin'in de arkadaş olmasını anlayamıyorum. Bende gidip Melis ile arkadaş olacak değildim. Bunu asla yapmazdım ama o ikisi kesinlikle değişikti. Birbirlerine nasıl katlanabiliyorlardı ki? Kavga ettiklerine eminim ya da hiç Ateş'ten bahsetmeyerek arkadaş olarak kalabilmişlerdi. Her neyse. O ikisi umurumda bile değildi.
Gözlerimi yumdum ve Ateş'in düşüncesi beni bir kez daha ağlatmadan yatağımdan çıktım. Nemli gözlerimi sildim. Saçlarımı kulağımın arkasına tıkıştırıp durdum. Şampuanımın kokusu burnuma doldu.
Ama Ateş bir hırsız gibi zihnime girmeyi başardı. Hiçbir şey almasına izin vermeden onu yok ettim. Benden daha fazla ne alabilirdi ki? Ona her şeyi vermiştim. Tamam, her şeyi değil ama sonuçta ona karşı hep iyi olmuştum.
Bu kadar sıkıcı olmamdan sıkılmış olabilirdi. İşleri biraz ilginçleştiremediğim için kendimi suçladım. İnsanların benden sıkılmaması mümkün değildi. Bana söylediği her şeyin sesini kıstım ve tamamen onu zihnimden atmayı başardım.
Uyku yüzünden zar zor açtığım gözlerimle aynanın önünden geçerken durdum. Yüzüm bronzlaşmıştı. Kollarım ve bacaklarımda. Buna sevindim. Artık vampir gibi gözükmeyecektim. Ama biraz daha koyu bir tene sahip olmak tuhaf geldi. Kışın eski halime geri döneceğimi bildiğimden pekte fazla önemsemedim. Bembeyaz olmayı seviyordum. Artık her ne kadar moda olmasa da.
Tam çıkıp gidecektim ki denizi gördüm. Kederli bir nefes aldım. Benim denize bakmam, okyanusu yol tutan göçmen kuşun takati kesilince suya düşmesi gibiydi. Çaresiz, kurtarılmayı beklemekten başka bir şey değildi.
Sanki bir şeyimi, bir parçamı kaybettim ve geri alamayacakmışım gibi hissediyorum. Bu öylece Ateş'in evine gidip burada birkaç parça giysim kalmış deyip almak gibi bir şey değil. Zaten onun evinde hiç eşyam yoktu ki. Sanki ruhumun bir kısmı hala Ateş'teydi ve o geri dönmedikçe asla tam olamayacakmışım gibi.
Belki başka bir ruh beni tamamlardı ama ben eksik olan yanımı istiyorum. Aradan epeyce vakit geçmesine rağmen neden hala onu unutamıyorum? Eğer o da beni unutamasaydı bir mesaj atabilirdi. Telefondan gözümü alamadığım veya mesaj gelmiş mi diye baktığım zaman kendimi öldürmek istediğim anlar oluyordu. Kaç kez kendimi telefonu kırmadan önce durdurdum bilmiyorum.
Düşünerek gaza geliyor ve Ateş'i hatırlamadan beş altı saat kendimi meşgul edebiliyordum ama sonra gece oluyor ve karanlığın perdelerini Ateş'in düşüncesi yıkıyordu. Sanırım kötü olanda onun beni sevdiğini sanmaktı. Sevilmeyen birini ancak bu şekilde parçalayabilirdiniz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kara Cennet
ChickLitOnlar, unutulmuş şehrin,unutulmuş çocuklarıydı. Kara Cennet'in gölgesinde büyüyen yaban çiçekleriydi. Yalnız, bencil ve kötüydüler. Onlar, polislerin korkulu rüyalarıydı. Ve hepsinin sahip olduğu korkunç bir sır vardı.Aralarına yeni katılan Çağr...