Part ocho

89 9 5
                                    


"İşte her şey o anda oldu. Biz aynı anda aynı siparişi verdik ve ben onun yüzüne baktığım an başıma giren ani ve insan evladı olanı delirtebilecek şiddetteki ağrıyla karşılaştım, sonrasında ise o yoktu. Neden böyle olduğunu cidden bilmiyorum. Başım ağrırdı evet, ama bu uzun süredir gerçekleşmiyordu. Bir anda olması.. Cidden anlayamıyorum Yong Gun amca.."

Cümlem bittiğinde o anı tekrar yaşamanın verdiği soluksuz heyecan ve terle kaplıydım.

Nasıl desem, sadece kısa bir süre bakışmamıza rağmen beni resmen kendine çekmişti. Bu dondurma siparişimizin aynı olmasından falan kaynaklanıyor gibi durmuyordu, bu tamamen başka bir şeydi. Ne olduğunu bilmiyordum lakin o çocuk.. Sadece onu düşünmemle bile başıma ağrılar sokmayı beceriyordu.

Yong Gun amcaya döndüğüm vakit onun da aklının karışık olduğunu gördüm.
Muhtemelen böyle bir şeyle ilk defa karşılaştığını söyleyecek ve yine kendimi zorlamamam konusunda beni oldukça küçük bir uyarıya maruz bırakacaktı.

"Bunu söylemek için doğru bir vakit mi bilmiyorum fakat o kişi, işte her kimse; sıradan biri olduğunu sanmıyorum Melissa." gözlüğünü düzeltirken kurduğu cümleler hiç de hayalimdeki gibi değildi.

Ne bir uyarı ne de bilinmezlik içeriyorlardı..

"Bi- bi saniye.. Bu çok.. Çok saçma değil mi? Bir baş ağrısı neden bunları söylemek için yeterli olsun ki?" şu andan daha fazla mantıklı konuştuğum bir an daha hatırlamıyordum.

Gözlerini gözlerime dikip de sarf ettiği cümleler her şeyin daha yeni başlayacağını işaret eder gibiydi.

"Baş ağrısı deyip geçmemen lazım Melissa. O baş ağrılarının senin hayatındaki yerlerini küçümseme. Eğer minicik de olsa geçmişini hatırlamanı sağlayacak ipuçları varsa.. onları toplamak zorundayız Melissa."




***

Dedektifçilik herkesin harcı değildir. Özellikle benim gibi sıradan ve.. sıradan insanların hiç değil.

Yong Gun amcayla konuşalı sadece bir gün olmasına rağmen kafamda dolanan düşünceler sanki on yıllıktı.

Bir o kadar birikmiş ve cevapsız.

Çalan telefonla yerimden sıçradım, arayan patronumdu. Sesimi düzeltir düzeltmez telefonu açtım.

Acil bir iş olduğunu bu yüzden de derhal gelmemi söylüyordu. Alışılmadık bir olay değildi. Fakat tam telefonu kapatacağı sırada birine seslenirken kullandığı isim beni alaşağı etmişti.

Nedenini bilmiyordum fakat Brian ismi çoktan başıma ağrılar sokmayı başarmıştı.



***

"Şu dosyaların Japonca'ya çevrilmesi gerek. Brian ve grubu oraya konser vermeye gidecekler. Ahh! Doğru ya sen Brian'ı tanımıyorsun. O ve grubu bizim şirketin gözbebekleridir, kendisi Müdür Yardımcısı'nın oğlu olur. Pek öyle bilinmek istemese de.. Neyse sen yine de bilmiyormuş gibi yap."

Sanırım Brian'dan sonrasını şöyle duymuştum.

BrianBrianBrianBrian..

Kafamdaki şu lanet ağrı neden gittikçe artıyordu ve ben neden hala oturmuyordum?

"Melissa iyi misin? Otursana şöyle, sana bugün çok ihtiyacımız olacak."

Ciddi anlamda otursam iyi olacaktı.

Bir elimle başımı ovarken diğer elimle koltuğa tutuna tutuna oturmayı başardım.

Yanımda taşıdığım kolonya sayesinde az buçuk kendime geldikten sonra -evet eğer yarı Türk'seniz kolonya bir vazgeçilmeziniz olabiliyor- tekrardan patronuma ve havada kalan cümlelerine odaklandım.

"Evet, nerde kalmıştık.. Şimdi şu şeylerin, ben anlamıyorum biliyorsun hemen çevrilmeye ihtiyaçları var. Çünkü bil bakalım onlar ne bilmiyorlar.. Japonca bilmiyorlar.."

Ah sahiden mi? Gerçekten şu 'bil bakalım' oyunlarından sıkıldım Patron.

Ama bil bakalım ne var Patron! Şu küçük oyunun sayesinde biraz da olsa ağrım hafifledi.
Teşekkürler Patron.

".. Ne kadar vaktini alır? Ona göre bilgi vermem gerek."

Burada değiller miydi yani? Bu haber sayesinde şu hemen önümde duran on iki-on üç sayfalık zınbırtıyı on saniyede bile çevirebilirdim.

Şaka şaka, o kadar sürede bunları okuyamazdım bile.
Hah, zaten sanki siz çok ihtimal vermiştiniz de neyse öhöm öhöm hikayeye geri dönelim.

Gözlerimle şöyle bi' sayfalara göz gezdirdim ve iki saat dedim.

Gözlerini iri iri açmış bana bakmakta olan patronum diyecek söz bulamamıştı muhtemelen.

Hadi ama Patron buna artık alışmak zorundasın, karşında bir dil dehası oturuyor demek istesem de karşıdan gelen sesle hayalimi yarıda bölmek zorunda kaldım.

"Biz onu bir saat on hatta o da senin hatrın on beş dakika yapalım, tamamdır o zaman hadi bakalım ben de haber vereyim madem. Kolay gelsin Melissa."

İsterseniz ben uçarım bile, ne demek bir saat yarım saate masanızda . Benim kütük aslında Japonya zaten.

Küçük tebessümüyle odayı terk ettiğinde aklıma gelen düşünceler beni yine çok uzaklara götürdü.

İyi de, Brian kimdi? Telefonda ismini duyduğum zaman burada olduğunu sanıp bu kadar heyecanlanmam niyeydi?

Sorsalar daha yüzünü bile görmeyi beceremediğim insan için ne diye bu kadar ağrıya katlanmak zorunda kalıyordum ki?

O Brian buraya gelecekti.

Ya da buna hiç gerek yoktu, bizzat ben Melissa, kendim gidecek ve soracaktım.

Sen kimsin ve hangi cesaretle hayatıma ağrılı bir giriş yaparsın, diye.

Fakat zannediyorum ki benim bunu başarabilmem için en az kırk fırın ekmek daha yemem gerekiyordu.

Hoş; o kadar ekmeği nereye sığdıracağım konusunda bir gram fikrim dahi yoktu ya,neyse.

Bir diğer mükemmel özelliğimin utangaçlık, hatta en önemli fırsatları dahi bu utangaçlıkla kaçırdığım denli utangaçlık olduğunu söylemiş miydim?

Bir saniye..

Amanın belki de bu her şeyi açıklıyordur.

Tanrım ben bunu nasıl akıl edemem..?

Sadece iki sene hayattan kopuk kalmış olmam yetmiyor gibi gördüğüm ilk erkekle de başıma ağrılar girmesine sebebiyet veriyordum.. Tabi ya.. Bu utangaçlık yüzünden değilse nedendi..?

Teşekkürler beynim, birlikte çalışırsak zafere tırmanacağımızı biliyordum.

Utangaçlık, evet evet kesinlikle bu yüzdendi.

Lost of Memory Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin