Beynimin içinde defalarca kendini yineleyen görüntü Erdem'in yüzüydü. Söyledikleri doğru mu diye sorduğumdaki yüz ifadesi beni terk edişinin en kesin belgesiydi aslında...
Evet, Erdem beni terk etmişti. Naz'ın elini tuttuğunda da beni terk etmişti, ben o evden sessizce ve tek başıma çıkıp giderken de beni terk etmişti. O lanet olası evden çıkarken ve Erdem'i, kalbimi, ruhumu Naz'a teslim ederken; arkama dönüp her bakışımda, gözlerimin Erdem'i aramasında uğradığım hayal kırıklığının ruhuma yüklediği acı, dayanılmayacak bir hale geliyordu yavaş yavaş...
Ben Eflal, Erdem'in Eflal'i...
Adım, yanında onun adı olmadan ne kadar da çirkin geliyormuş kulağa meğer!
İnsan kalbi olmadan yaşayabilir mi? Ben kalbimi 2 saat önce o evde bırakmıştım. Peki o zaman bu acı da neydi? Nasıl yaşayacaktım şimdi? Nasıl nefes alacaktım? Hiçbir şey yaşanmamış gibi mi davranacaktım? Bu gücü kendimde nasıl bulacaktım?
Erdem... Söylediklerin yalandı da, hissettirdikleri de mi yalandı? "Artık ben varım, seni asla yalnız bırakmayacağım." diyordun ya hani nerdesin? Ben böyle acı içindeyken sen nerdesin?
Hıçkırıklarıma artık engel olamıyor, nefes almakta zorlanıyordum. Yüzüme çarpan, vücudumu titreten soğuk rüzgar ne yazık ki kalbimin ateşini söndürmeye yetmiyordu. Elimi kalbimin boşluğuna götürdüm. Ard arda saplanan kramplar dizlerimin üzerine çökmeme sebep oldu. Saatlerdir bir şey yemediğimden olsa gerek, tek bir adım atacak dermanım kalmamıştı. Kalan son gücüm ise göz yaşlarımla akıp gitmişti... Gözlerim ağır ağır kapanıyor, artık bilincimi açık tutmak için savaşamıyordum.
Kendimi aheste aheste yaprakların üzerine bıraktım... Dizlerimi karnıma doğru çektikçe çıkan yaprak hışırtıları şu an tek sığınağımdı... Ellerimle yüzüme istemsizce kapadım ve kaybolmayı diledim. Bu yeryüzünden silinip gitmeyi, hatta hiç var olmamayı diledim.
Erdem yoksa ben bir hiçtim. Gözlerimi kapadım ve bu ıssız ormanda bir daha hiç uyanmamayı hayal ederek ruhumu büyük bir boşluğa doğru savurdum...
Erdem benim için bıçak sırtıydı. Sağa düşsem "O", sola düşsem yokluğu... Solum kanıyordu, sağım ise sessizliğe gömülü...
Burnuma dolan ve midemdeki kelebekleri uyandıran bu tanıdık koku kimindi? Artık Erdem'in kokusunu sadece hayallerimde duyabilirdim, biliyordum, tıpkı şimdi olduğu gibi... Fakat bedenime dokunan, saçlarımı okşayan ve beni olduğum yerden nazikçe kaldıran bu dokunuşlar gözlerimi güçte olsa aralamamı sağlamıştı. Erdem'in beni kucağında taşıdığını anladım. Onun olduğundan emin olabilmek için mırıltı halinde adını söylemek istedim.
"Erdem...." Başımı kaldırıp son kalan gücümle gözlerimi gözlerine kitlediğim zaman, Erdem'in kucağında olduğuna artık emindim. Gök mavisi gözlerinden damlalar akıyor, bana kaçamak şekilde bakıyor ve utancından bakışlarını yola dikiyordu.
Fakat beni nasıl buluşmuştu ki? Karşımda o kızın elini tutarken ve beni paramparça edişini izlerken neden sahip çıkmamıştı bana? Peki ya şu an sahip mi çıkıyordu, yoksa sadece acıdığı için miydi bu gözyaşları?
Bir tarafım ona karşı koymak "Bırak beni" diye avazım çıktığı kadar bağırmak isterken, bir yanım "Bu olanların hepsi bir kabustu sevgilim, uyan artık" diye Erdem'in beni uyandırmasını bekliyordu.
Erdem'in ağzından düşen cümleler, yaşadığımız son günlerin gerçek olduğunu bir kez daha anlamamı sağladı. "Deniz kızı, beni affet..."
Cümleleri kesik kesik kulağıma geliyor, sessiz hıçkırıkları söylediklerini anlamamı zorlaştırıyordu. "Senin hayatına hiç girmemeliydim. Seni paramparça etmemeliydim. Allah benim belamı versin."
Erdem'in sözleriyle kendine bir parça olsun gelen bilincim bir gerçekle sızladı. Teninde uyandığım adamın, gönlünde uyanamamıştım. Belli ki aramızda dünyalar vardı. Nasıl da saf mışım! Nasıl da kanmışım...
Gözlerimi açtığımda kolumun deli gibi yandığını hissettim. Elimi diğer koluma götürdüğümde koluma takılı olan serumu farkettim. Nerdeydim? Hafızamı zorluyor ve nerde olduğumu, beni buraya kimin getirdiğini, ne kadar süredir bu şekilde yattığımı hatırlamaya çalışıyordum. Gözümün önüne gelen zifiri rengi Erdem'in acı içindeki yüzü, yakarışları kalbimin ateşini daha da harlıyordu.
Yaşadığımız son günlerin kötü bir kabus olmasını diledim. Etrafımı incelemeye başladım. Şu an hayatımda hiç bir şeyi bu kadar çok istemiyordum. Bulunduğum oda oldukça loş ve sıcaktı. Karşımda şöminen olduğunu henüz fark edebilmiştim. Şöminenin ateşi oldukça hararetli şekilde yanıyor ve odanın duvarlarını hafif şekilde aydınlatmaya yetiyordu. Odada 2 tane küçük cam vardı, fakat perdeler dışarısı görülmeyecek şekilde kapalıydı.
Üzerimdeki elbisenin hala aynı şekilde durduğunu farkettim. Fakat iyice kirlenmiş ve bazı yerleri çamur olmuştu. Dışarıdan gelen bir şeye sert şekilde vurma sesi sıçramama sebep oldu. Muhtemelen Erdem şömine için odun kırıyordu. Sabırla kapıya doğru gözlerimi diktim. Vücudum engel olamadığım şekilde heyecan ve birazdan yapacak olduğumuz konuşmanın stresiyle titriyordu.
Bir süre sonra dışarıdan gelen sesler nihayet son bulmuştu ve Erdem'in kapıya doğru gelişini perdeye yansıyan gölgeden farkettim.
Kapı açıldığında karşımda duran kişiyle beraber tüm titremem son bulmuş, yerini mide bulantısına ve geçmiş anıların hafızama hücumuna bırakmıştı.
"Sen!" diyebilmiş ve yatakta doğrulmuştum.
"Evet ben Eflal, Erdem değil!"
Donakalmış ve ne söyleyeceğimi bilmez halde tutulmuştum...
Çocukluğumun körebesi, dinlediğim en güzel şarkının ahenk dolu tınısı, yürüdüğüm en huzurlu sokağın gökyüzü... Erdem... Demek "O", beni bu sapığın, abimin kollarına bir paçavra gibi atmıştı.
Abimin karşımda dikilen koca bedeninin üstünde gururla sırıtan suratını izlerken "Yine..." dedim...
Yine sokağı olmayan şehirler gibi yalnız kalmıştım. Yatağımın bilindik yasemin kokusu, kalbimdeki kuşların didiklediği ekmeğin kırıntısı, çöplüğümde bunca zaman biriktirdiğim harabe yüklü pislikler; hepsi dünde kalmıştı...
Tam da şu an; olduğum yerde, olduğum mekanda, bulunduğum zaman diliminde, çürüyüp gitmeye razıydım derin bir mezarda, toprağın kokusunu bile bilmeden...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EFLAL
Lãng mạnKonuşmanın vakti gelmişti demek. Gerçeklerle yüzleşmek... Yerimden kalkıp onu duvarın köşesine doğru sıkıştırdım. Benden korkan gözleri, titreyen bacakları, karşımda ufacık kalan bedeni... "Sana üç şey söyleyeceğim. Bu üç şeyi asla unutmayac...