Hırs ve hasret, evin her tarafında yeşerdi. Rüzgârlarını poyraz ve karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada entrika, daha pılısını pırtısını toplamamıştı. Bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturttu. Kaybedip kaybetmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir kılıç, çıkınında üç beş altın, sert yüzlü Seyis bekliyordu bir köşede. Zincirlere vurulmuş üç kişi vardı yerde yatan. Miryam, Yocheveddir ve Harun... Onları kurtarmak için her şeyi yapabilecek biri duruyordu tam ortada, Hazreti Musa. Hemen onun karşısındaydı elinde anahtarları tutup bir şeyler talep edecek olan kişi, Fısıltıların Efendisi...
Peygamber sordu: ''Ne istiyorsun karşılığında?''
Dağıldı kara bulutlar bu sayede. Başından beri masaya oturmaktı amaç. Kozları paylaşmaktı. Her iki taraf da taviz vermeye gönüllüydü ama Âlim hazırlıklıydı her şey için. Hazreti Musa'nın çaresizliğini kullanacaktı kendisine. Sivri, çatallı dilini çıkardı dışarıya. Saldıracakmış gibi baktı Peygamber'e ama olmadı hiçbir şey. Nefes alıp verdi sadece. Nefesinin sesi dağıldı odada, yankılandı. Son derece sakin, sinek uçsa sesi duyulacak kadar sessiz bir odadaydı çünkü herkes...
Peygamber'in kulağına yaklaştı Âlim. ''Bizim yanımızda ol demiyorum ama karşımızda da olma,'' dedi hafifçe tıslayarak. Düşüncelerini kabul ettirmekti amacı. ''Senin gibi bir düşman edinmek istemeyiz,'' dedi, yalan söylediği her halinden belliydi aslında. Peygamber, içten gülümsedi dudaklarını kıpırdatmayarak. ''Elbette,'' dedi oyun oynayarak. O da ister istemez taht oyunlarına karışmalıydı artık. Kaçamazdı tüm bunlardan. Yenileceğini düşünüyordu bazen ve cesaret edemiyordu bu yüzden. Ama unuttuğu bir şey vardı. Daha kimsenin bilmediği bir şey... Allah yanındaydı Hazreti Musa'nın. O tuzak kuranların en üstünüydü her zaman.
Âlim, attı zincirlerin anahtarlarını Hazreti Musa'ya. Gülümsedi, istediğini elde etmişti çoktan. Gücünü koymuştu ortaya. ''Dostluğumuzu hatırlatsın,'' dedi bugünü kastederek. Seyis'e göz kırptı bir yandan ve ayrılmak istediğini belirtti. Açtı kapıyı Seyis, efendisi için. Ayrıldı bir hışımla ikisi oradan. Rüzgâr gibi çıktılar kapı aralığından. Kapandı arkalarından tahtadan yapılmış küçük kapı.
Koştu Hazreti Musa, kurtardı ailesini. Zincirleri savurdu bir köşeye. Sarıldı hepsiyle, özlem giderdi. Ağladı. Karmaşık duygularıyla boğuştu uzun bir süre. Gözünün önünde uzayıp giden uçsuz bucaksız masmavi Nil Nehri ve kocaman ağaçlara şarkı söyleten rüzgâr, Peygamber'e yaşama sevinci veriyordu yeniden. Bulmuştu ailesini, kardeşlerini. Kaybetmemişti aynı zamanda onu doğuran annesini.
''Çok heyecanlıydım ama aynı zamanda da korkuyordum. Seni alacaklarını biliyordum elimden çünkü bir erkek çocuk dünyaya getirdiğimi anlamıştım. Çok pişmandım,'' dedi örtüler içindeki kadın.
Hazreti Musa'nın annesi mesut zamanlardan taptaze kalmış bir cennetin hayaline benziyordu. Sanki tarih denen fırtınanın rüzgârları bu asırlık çınar ağaçlarının arasından, beyaz, münzevi annenin sakin çatısı üstünden hiç geçmemişti. Etrafta sınırları olmazsa tabii bir deniz sanılacak derecede büyük bir yürek, zümrüt gölgeler içinde, nilüfer rüyalar açmış, uyuyordu.
''Sus,'' dedi Peygamber, annesinin gözlerinin içine baktı. Gözleriyle durması için yalvarıyordu. Bu onun suçuydu çünkü. Her şey ama hepsi onun suçuydu. Asla dönememeliydi gerçeklere arkasını.
''Seni gizlemek zorunda kaldık ve kimseye bir şey söyleyemedik. Zamanı geldiğinde, Allah'ın emrettiğini gerçekleştirmek için seni ablana teslim ettim. O da seni Nil Nehri'ne bıraktı,'' dedi Yocheveddir, akşam alacakaranlığa karışırken...
''Babam,'' dedi Harun ağzından homurtu çıkartarak... Küçük yuvarlak başlı, yüksek alınlı, beyaz çehreli, hiddetlendikçe çatılır az eğri kaşlı, mavi gözlü, küçük burunlu, güzel ağızlı, uzun boylu, zayıf, elleri ayakları küçük bir insandı odada sesi yankılanan. Sakin yapılıydı. Nadiren sinirlenir fakat hakkını korumak için elinden geleni yapardı. Yalandan hoşlanmaz, yanlışı gördüğü zaman düzeltmeye çalışan, dürüstlüğe çok önem veren bir kişiliği vardı Harun'un. Gösterişli giyinmeyi sevmezdi. Genelde sade giysilerden hoşlanırdı. Güzel koku sürünmeyi sever, yanından eksik etmezdi hiçbir zaman. Paylaşmayı seven cömert bir yapısı vardı.
Aslında konuşmalarını bölmek istememişti ama istemsizce dökülüverdi kelimeler ağzından. Hazreti Musa meraklandı hemen. ''Ne oldu babama?'' diye sordu Peygamber. ''Babanı kaybettik,'' dedi Yocheveddir, yüreği acıyla dağılırken. ''O adam,'' dedi yeniden düşünceleri gözünde canlanırken. Başladı ağlamaya, ''Elimden hiçbir şey gelmedi,'' diye yakındı avazı çıktığı kadar. Gözünden yaşlar bir ok gibi düşüyordu toprak zemine. Her biri ayrı bir deprem etkisi yaratıyordu kalplerde. Acısı katlanırken kelimeleri de bindi üst üste Yocheveddir'in...
''Uzun boyluydu, dökülüyordu siyah saçları omuzlarına. Dağınık ve dalgalıydı saçları. Üzerinde bir zırh vardı, parlak ve kendisi kadar büyük. Aşırı derecede kuvvetliydi, dış görünüşüne yansımıştı bu. Sağ omzunun üzerinden bir pelerin sarkıyordu ve üzerinde bir arma dikiliydi. Mısır'ın kraliyet armasıydı büyük ihtimalle...''
Hazreti Musa gülümsedi annesine. Acısını unutmuştu çoktan. Sarıldı sıkıcı ona ve ''O öldü,'' dedi kulağına fısıldayarak. İntikam... Hüzün ve mutluluk sardı bütün odayı. Duvarlara sindi. Obelisk denen canavardan bahsediyordu her ikisi de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül Yangını | Musa'nın Direnişi
Ficción histórica*Gül Yangını'nın dördüncü kitabına dahil edilecektir. ''Yaşlanmış ama bir o kadar da kuvvetli adam halkına doğru baktı. Binlerce kişi ona sadece 'Yapamazsın!' diyordu. Sonra bakışlarını diğer tarafa çevirdi. Korkutucu bir deniz gördü. O da aynı şeyl...