Hazreti Musa, asasını taşa vurdu. Amacı çöldeki su yetersizliğini fırsata çevirmek ve kavmine bolca zengin bir su yatağı ortaya çıkarmaktı. Allah'ın takdir ettiğini yerine getiriyordu sadece. Ve oldu! On iki yerinden su fışkırdı kuru toprağın. Her Yahudi kabilesine bir pınar düşüyordu bu sayede.
Herkes su gözelerinden kana kana su içti. Bütün susuzluk giderildi. Ama daha bitmemişti mucize yolculuğu. Allahütealâ; İsrailoğulları'na, gökten Kudret Helvası ve bıldırcın eti yağdırdı. Yiyeceklerin havadan aşağıya süzülmesi, yağması ve mutlak gücün yaptıkları... Fakat İsrailoğulları'nın o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere rağmen, kendini burada da ortaya çıkardı. Bir yemekle yetinemeyeceklerini söylediler utanmadan!
''Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Bizim için Rabbine yalvar da bize yerin bitirdiği sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin,'' dediler alay eder gibi. ''Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada şüphesiz istediğiniz vardır,'' diye karşılık verdi Peygamber.
Beyti Makdis'e gelmelerinin pişmanlığını yaşıyordu Hazreti Musa. Yaptıklarının, başardıklarının ve kazandıklarının üzüntüsünü... Halkına verdiği değere yanıyordu içten içe. Kavuruyordu onu başarının yanında riyakârlık. Ama gömdü acılarını kalbine umutlarını yok saydığı gibi. Filistin'e doğru yola çıktı yeni hayallerle, Allah'ın emrettiğini yerine getirmekti amacı.
Çilesi büyüdü oraya varınca. Birdi bin oluverdi acısı. Büyüdü koca bir yıldız gibi kederi. Karşısında Heysanilerin kalıntıları ve Kenanlılardan meydana gelen zalim bir topluluk vardı artık. Hazreti Musa kavmine, savaşma emrini verdi. Amacı onları bu mukaddes beldeden çıkarmaktı. Fakat İsrailoğulları buna cesaret edemedi. ''Ey Musa! Onlar olduğu sürece biz asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın,'' dediler geçmişi unutmuş gibi. Gerçi kim suçlayabilirdi ki onları? İsrailoğulları; Firavun'un ülkesinde zillet ve adiliğe, aşağılanmaya alışmışlardı. Onlar için bazı değerleri ele geçirmek için savaşmak bir mana taşımıyordu.
Allah da onları Tih Çölü'ne attı, cezaları ağırdı. Yollarını şaşırttı ki oradan ayrılamasınlar, yüzsüzlüklerine zincir vurdu ki pişman olsunlar! Yalanları, doğrular ile değiştirdi Rab. Eğriyi büktü, zalimi durdurdu. Gönüller fethetti aynı zamanda. Peygamber'i üzüntüden kurtardı, kavmine söz geçiremediğinden yakınan Hazreti Musa'ya ''Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış bir millet için tasalanma,'' diye seslendi.
Zaman ilerledi, aktı bir nehir gibi. Kırk yıl... Çok uzun ama aynı zamanda kısacak bir zaman dilimiydi. Pürüzsüz ve dalgasız... Peygamber yaşlandı, acılarını unuttu. Gece, gündüz oldu onun için, kış ise yaz. Ağaçlar yapraklarını döktü, hayvanlar ise nesil değiştirdi. Yıllar üst üste bindi. Zamanla, bu zillet içinde yaşayan nesil, yerini hürriyetle yetişen ve izzetle yasayan bir nesle terk etti.
Ama kimisi için halen gerçekler ispat edilmemişti. İsrailoğulları çok çeşitli sapıklıklarda bulundu yıllar boyunca. Hazreti Musa'nın Tur Dağı'nda kırk gün geçirdiği bir zamanda, Sâmirî isimli bir şahsın imal ettiği ve ''İşte sizin de Musa'nın da tanrısı!'' dediği altından yapılma bir buzağıya tapmaya başladılar, Allah'ı unuttular. Rab'dan uzaklaştılar, sırt çevirdiler tek doğruya.
Geri döndü ama Peygamber onlar için. Kavmini buzağıya tapınır görünce her şeyin boşa gittiğini anladı. Harun'a çıkıştı. Üzüntüsü karıştı Hazreti Musa'nın çölün kumu ile belli başlı seraplara. Tih Çölü'ndeki yalnızlığını içinde yaşamaya karar verdi. Yorulana kadar koştu ki kimse yetişmesin ona. Dünyadan yavaşça kopuyordu aslında. Kimsenin gidemeyeceği yerlere varıyordu ufuklarında. İsrailoğulları'nı Arz-ı Mukaddes'e sokamadığına yanarken diğer yandan yüz yirmi yaşına nasıl geldiğini sorguluyordu. Yaşadıkları geldi sonra aklına.
Hazreti Musa, hayatı boyunca Tevhit yolunda mücadele etmişti. Bu uğurda pek çok eziyetle karşılaştı. Yurdundan çıkarıldı, ölümle tehdit edildi ve etrafında kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi. Maalesef o güzel peygamberi yalnızlık esir aldı çoğu zaman. Şu ana kadar hayat bulabilmesi, yaşayabilmesi ve mücadelesini sonuçlandırabilmesi için onu ayakta tutan kardeşleriydi belki de.
Ve gitmişti onlar. Çok uzun zamandır mezarlarını seyrederken buluyordu kendisini. Kardeşlerine veda edişini hatırlıyordu her gün. Harun'un can vermesini izliyordu kollarında, Miryam'ın ağlayarak ona veda ettiği gibi... Eşinin Ahiret'e göçüp gittiği gibi o da istiyordu bu dünyadan gitmek ama bırakamıyordu çocuklarını. Onları korumak için yaşadığını bilse de üzüntüsü her geçen gün onu yiyip bitirmişti.
Neden bu kadar acı çekiyordu?
Ölüm Meleği kendisine göründü, can kattı ona. Sorusunun cevabını bulmuş gibi sevindi birden. Kalktı yerden, üzerindeki kumlar döküldü etrafa. Ölüm Meleği'nin yüzüne öyle dikkatle baktı ki canını almaya gelen Azrail korktu, gözü karardı. Sonra ''Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki ölmek istemiyor,'' diye tazarru eyledi. Allah, o hali üzerinden kaldırarak onu tekrar Hazreti Musa'ya gönderdi ve ''Söyle, sayılı olmak şartıyla istediği kadar yaşasın!'' diye seslendi. Peygamber meraktan ''Yarabbi! Sonra ne olacak?'' diye sormadan edemedi. Allah ona ''Öleceksin,'' diye buyurdu. Peygamber bunun üzerine ''Öyle ise ölüm şimdi gelsin,'' niyazında bulundu. Ardından Allah'a yakardı. Kendisini bir taş atımı Beyti Makdis'e yaklaştırmasını istedi çünkü orada ölmek ve oraya gömülmek tek hayaliydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül Yangını | Musa'nın Direnişi
Fiction Historique*Gül Yangını'nın dördüncü kitabına dahil edilecektir. ''Yaşlanmış ama bir o kadar da kuvvetli adam halkına doğru baktı. Binlerce kişi ona sadece 'Yapamazsın!' diyordu. Sonra bakışlarını diğer tarafa çevirdi. Korkutucu bir deniz gördü. O da aynı şeyl...