Zamansız

803 413 34
                                    



"Cenk"


Toplantı bittikten sonra Derin tek kelime etmeden odadan çıkıp, gün boyu öyle koşturmuştu ki, reklamverenlerle olan başka görüşmeye kadar onu görmedim. Yine benden kaçıyordu, aslında bu olağan bir durum olsa da, yolunda gitmediğini inandığım farklı olay vardı. Bu sefer sorun neydi? Hayır... Buna izin vermeyecektim. Artık duygularımdan emindim, ondan yeteri kadar uzak durmuştum. Elbette, nefesi nefesime karışana kadar. İşte o zaman içimde tarifsiz bir duygu uyanmıştı. Bundan sonra ondan uzak kalmam mümkün değildi.

Tüm işlerimi zamanından önce bitirmiş olmanın vermiş olduğu hafiflikle gerinip, sandalyemi pencerenin önüne çektim. Buradan tüm şehir otomatik pilot moduna alınmış gibi görünüyor, herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışıyordu.

Sabırsız arabalar, telaşlı insanlar, öfkeli gemiler, umursamaz boğaz, gamsız martılar...

O sırada gözüme bir çocuk takıldı. Çöp kutularının etrafında geziyor, umutla işe yarar bir şeyler bulabilmeyi hedefliyordu. İnsanlar onun yanından geçerken araya mesafe koymaya dikkat ediyor, bulaşıcı bir hastalığı varmışcasına göz teması bile kurmaktan çekiniyorlardı. Sanki dikkatlerini az da olsa çocuğa verecek olurlarsa veya onunla aralarına koydukları mesafeyi biraz olsun aşacak olurlarsa, ona dönüşeceklerinden korkuyorlardı.

Küçük bir büfeden çıkan yaşlı adam, elinde poşetle çocuğun yanına gitti ve poşeti ona uzattı. Çocuk ellerini önce arkasında saklayıp, daha sonra mahçup şekilde almak için uzandı. Adam tekrar onu yalnız bıraktığında, çocuk adamın arkasından bir süre bakmaya devam etti.

Bu çocuk artık temiz  bir yiyeceği olduğu için için sevinmeli miydi, yoksa -belki de- çok uzun zamandır ilk defa gözlerinin içine bakmış ve ona gülümsemiş insanı kaybettiği için üzülmeli miydi?

Peki yemek veren adam, bir çocuğun karnını doyurduğu için huzurlu mu olmalıydı, yoksa o çocuğa hiç de alışkın olmadığı sevgiyi verip, sonra da onu öylece bırakmış olduğu için huzursuz mu olmalıydı?

Kendi çocukluğumu hatırladım.

Anne ve baba kavramı benim için pek fazla şey ifade etmiyordu. Ne yüzlerini hatırlıyordum, ne onlarla ilgili bir anı. Sanki bir gün gözümü açmış ve öylece hayata gelmiştim, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda...

Bir de yakın arkadaşım vardı, onunla birbirimizi kardeş olarak seçmiştik. Bizim için aile üyeleri seçilebilen bir kavramdı çünkü. Belli zamanlarda kaldığım yetiştirme yurduna aileler ziyarette bulunur, bizlerle sohbet eder, kısa da olsa oyunlar oynarlardı.  Ne zaman bir aile gelse Fuat saçlarını özenle tarar, üzerine hepi topu üç beş tane olan kıyafetlerinden en güzel olanı seçer, bütün gün gülümserdi. Yapbozları önce o bitirir, bir köşede sesini çıkarmadan otururdu.

Çok zaman sonra öğrenmiştim, tüm bu çabanın kendini sevdirmek için olduğunu. Sevgi kazanılan bir şey miydi? Birinin sizi gerçekten sevmesi için çaba mı gösterilmeliydi?

İki sene sonra yurda bir aile gelmiş, beni görmek istemişlerdi. Oğulları olmamı istiyorlardı, bu çok büyük bir mertebeydi. Bu oyunu kazanmış mıydım? Öyleyse kaybetmemeliydim. Tüm ömrümü kendimi sevdirmeye adadım. İyi notlar, takım kaptanlıkları, yarışmalar...

Derin SularHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin