Bölüm 40 • Kırmızı İp Düğümü

18.5K 1.6K 1.1K
                                    


Buraya ev demek anayasaya aykırı olmalıydı. Babama, hatta Hakan Pars'a işgal ettikleri arazi boyutu için ettiğim lafları geri alıyordum. Oktay Taşkıran kesinlikle abartmak ne demek biliyordu.

3 kişilik bir aile için çok büyük bir alandı. Kimsenin bu kadar çok odaya ve bu denli büyük bir bahçeye ihtiyacı olduğunu düşünmezdim. Görünen oydu ki, Oktay Taşkıran'ın vardı. Madem evleri küçük çaplı bir saraydı, baloyu neden burada yapmamışlardı?

Oktay Taşkıran ile bir ara İtalyan tarzı evler hakkında konuşmak isterdim. Bahçedeki heykeller ve havuza inen merdivenler kesinlikle özel bir zevki olduğunu gösteriyordu. Evin hemen girişindeki demir kapının üzerine işlenen zambak motifi ise ailecek neyin altını çizmek istediklerini yeterince açık ediyordu. Taşkıranlar ya gerçekten soyları tarihi bir yerlere dayanan bir aileydi ya da böyle bir algı oluşturmak istiyorlardı.

Haklarında pek bir bilgi sahibi değildim. Görkem Taşkıran ile yavaş yavaş yavaş tanışıyor gibi hissediyordum. Asistanının verdiği saatten önce gelmemin hiçbir kazancı olmamıştı. Belirttiği saatten önce görüşmemiz mümkün değildi çünkü kendisinin online toplantıları vardı ve bana da bu koca evde dolaşıp durmak kalmıştı. Gerçi birçok defa karşılama salonunda beklemem söylenmişti ama sürekli bir şey isteyip istemediğimin sorulmasını istemiyordum. Bir de işte etrafta dolaşıp fikir sahibi olmaya çalışıyordum. Elbette tanımadığım insanların evinde odalara girecek değildim, ben daha çok açık alanlarda dolaşıyordum.

Giriş kısmındaki yerdeki büyük mozaik Taşkıranların zevkleri hakkında bir bilgi daha eklemişti aklımdaki klasöre. Evin hem modern hem de eskiye göz kırpan bir tasarımı vardı. Yıllardır ailelerine aitmiş gibi köklü görürken iç tasarım olarak da yeniyi yakalayabilmişlerdi.

Sanki biraz bastırsam duvarın ardına geçecekmişim gibi duran kahverengi kitaplığın önünde geldiğimde kitapları karıştırmak için uzanmış ama son anda gelen sesle durmuştum.

"Sakın!"

Sol elim havada yavaşça omzumun üzerinden döndüğümde küçük Taşkıran ile göz göze gelmiştim. Göktuğ yüzünde ilk kez gördüğüm ciddi bir ifadeyle kitaplığa yaklaşıyordu. Üzerinde akşamdan kalma olduğunu belli eden bir hava vardı. Kumral saçları karıştırılmaktan dağılmış, gözleri küçülmüş ve üzerindeki tişört kırışmıştı. Birkaç kez çıkarıp giyilmiş gibi görünüyordu.

"Kimisi ilk basım. Kimisi el yazması... Kimisinin ne kadar değerli olduğuna dair en ufak fikrim yok. Abim dünyanın bin bir yerinden doğmamış çocuklarımın parti paralarını dökerek topladı onları. Kimseye dokundurmaz."

"Pardon," dedim gülümsemeye çalışarak. Elimi suçüstü basıldığımı kabul eder gibi yavaşça ve göstererek indirdiğimde o da gülmüştü.

Kitaplığa doğru yaklaşıp tam karşımda durduğunda bal rengi gözleri raflarda şöyle bir gezinmişti. "Çocukken birini okula götürdüm diye haftalarca elinden kaçmıştım."

"Kitap sonuçta," dedim. "Kullanmayacaksa neden biriktiriyor?"

Göktuğ bu söylediğime kaşlarını kaldırdığında devam ettim. "Değerli eşya ne biliyorum, bakma öyle. Plak koleksiyonum var. Abinin aksine ben onları dinliyorum."

"Okumuyor demedim, dokundurmuyor dedim," Yüzünce muzip bir gülümseme belirdi. "Ayrıca abimi hiç tanımıyorsun. O değerli gördüğü her şeyi elinde tutmak ister."

Başımı anlıyor gibi salladım. Biraz bile umurumda değildi. Taşkıranların nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmiyordum.

"Harbi," dedi Göktuğ, aklına bir şey gelmiş gibi. "Sen niye buradasın?"

Kırmızı HaziranHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin