Başlangıç Notu: Bölümün en sonunda Yiğit'in okumuş olduğu "Nazım Hikmet" şiirini şairin kendi sesinden dinlemek isteyenler için videosu da üst kısma konulmuştur.
YİĞİT (5)
Askeri üs eski fuar alanına kurulmuştu. Çadırlar ve prefabrik evlerden oluşturulan üs çok büyük bir alana yayılmıyordu. Zaten en fazla yirmi asker vardı ve başlarında da bir komutan bulunuyordu.
Komutan askeri araçtan inenleri karşılamaya geliyordu. Poyraz ve grubunu getiren askerler gururluydular, felaketzede birilerini bulup getirdikleri için birkaç övgüyü hak ettiklerini düşünüyorlardı. Komutan askerlere bir şey dememişti ama yabancılarla ilgilendi.
"Hoş geldiniz. Burada yetkili olarak bulunuyorum. İsmim Tuncer," diye kendini tanıttı. Poyraz'ın bu cana yakınlıktan hoşlandığı belli oluyordu, adamda ben askerim havaları yoktu, zaten olsa onu şu anda kim takardı, o da ayrı meseleydi.
Yiğit'in askere giden tanıdığı olmamıştı henüz, kendisi de üniversite okuduğu için askerliğine bayağı bir vakit vardı. Bu yüzden askerler ona tamamen yabancı insanlardı, sadece okuduklarından ve gördüklerinden kafasında kalıplaşmış bir asker imajı vardı. Ama bu komutan o kalıplara pek uymuyordu, en azından askerlere sürekli emir verme gibi bir derdi yoktu. Aklına buradaki askerlerin çoğunun aslında askerlik sürelerinin bittiği ama felaketin ardından gidecek bir yerleri olmadığından komutanlarını takip etmek zorunda kaldıkları gerçeği geldi, belki bu yüzden komutan da onları daha çok bir yoldaş olarak görmeye başlamış olabilirdi.
"Ordu olarak yeni emirler gelene kadar güvenli bir bölgede tüm askeri personelin bir arada toplanması emredilmişti, o yüzden de askerler olarak sizleri yalnız bırakmak zorunda kaldık. Bu benim de vicdanımı yaralıyor, ama ilk zamanlarda herkes sapıtmış bir haldeydi, ordunun tamamen dağılmamış olması bir mucize bana kalırsa."
Poyraz, komutanın bahanelerini olumlu bir şekilde karşılıyor, ona hak veriyordu. Yiğit pek o kadar empati kuramıyordu, insanları bu halde bırakmış olmaları affedilebilir bir hareket değildi. Birden, bu zamana kadarki sıkıntıları düşündüğünde, burada bulunmaları bile onur kırıcı bir eylemmiş gibi gelmişti, sanki onları kurtardıklarını mı sanıyorlardı? Bu zamana kadar ortada olmadıkları için kim bilir kaç insan zor durumda kalmıştı. O serserilere acıdığı için değil ama Berk gibi mecburen serserilerin arasında kalmış ve yapmak istemediği ama hayatta kalmak için yapmak zorunda kaldığı eylemlerde bulunan bir dolu insan olduğuna emindi. Bu durumun affedilebilir bir yanı yoktu, şimdi geçmiş karşılarına zafer konuşması yapacak cesareti nereden buluyorlardı böyle?
"Eminim yorulmuşsunuzdur. Prefabrik evlerden birine alalım sizi. Orada iyice uyuyun, daha sonra detaylıca yaşadıklarınızı dinlemek isteriz. Askerler de merak ediyorlardır," dedi komutan ve Yeliz'in başını okşadı sevgiyle. Küçük kız onda bir sürü anı uyandırmış olmalıydı, ona baktıkça yüzünde hem mutlu hem de kötü anılarının yansıması görülebiliyordu.
"Beni birine mi benzettiniz?" diye sordu Yeliz sonunda dayanamayarak.
"Buralarda bir çocuğun hayatta kalabileceğine ihtimal vermiyordum, seni görmek inan çok iyi geldi. Başka yerlerde daha bir sürü insan yaşıyor olabilir diye umutlandırdı," diye yanıt verdi komutan.
"Biz en azından iki yer biliyoruz," diye araya girdi Poyraz.
"Yakınlarda mı? Eğer öyleyse oradaki insanlara ulaşabiliriz, hem başka askerler de keşif uçuşundalardı. Bir komutan arkadaşım da başlarındaydı, onlar ulaşmış olabilir," dedi öğrendiği bilginin sevinciyle komutan.
Daha fazla bilgi almak istiyor olsa da küçük kızın yorgun gözlerini fark ettikten sonra onları tutmadı ve hemen prefabrik eve götürdü. İçeride sıcak banyo, içi yiyecek dolu bir buzdolabı, suyla dolu bir damacana ve iki geniş yatak vardı. Banyo konusunda ufak çaplı bir tartışmanın ardından önce Yeliz'in kullanmasına izin verildi, ardından gelen en küçük yaşta Berk olduğu için o girdi ve sırasıyla Yiğit, Kerem, en sonda da Poyraz banyoyu kullandı. Kerem damacanadaki suyun yarısını kana kana içtiği için Yiğit'ten "Dana" başta olmak üzere bir sürü yeni hitap şekli duymuştu.
"Bizim köyde danalar böyle su içer," diye takıldı Yiğit. Babası iki memurun, annesi ise iki çiftçinin çocuğuydu. Ailesi öldükten sonra köydeki evleri ve tarlaları annesine kalmıştı. Her yaz köyüne gidip hasret giderir, bir yandan da tarla işleriyle ilgilenirdi. En çok annesinin narlarına özenle bakardı.
"Ah, sen öyle deyince aklıma annem geldi," dedi birden Yeliz. "Annem de böyle derdi. Anneannemin inekleri varmış ve annem de onlarla oynayarak çocukluğunu geçirmiş. Hatta odasının her tarafında inek resmi varmış. Bir de Nazım Hikmet'in resimleri vardı. O bir şairmiş, annem onun şiirlerini çok severdi. Babam ona ilk tanıştıkları yıllarda sürekli o şairle ilgili hediyeler alırmış."
"Baban akıllı birine benziyor," diye yorumda bulundu Kerem.
"Öyleydi. Bana her gece o anda uydurduğu masalları anlatırdı, annem sonra rüyalarıma giriyor, ejderhalı şeyler anlatmasın diye babama kızardı."
Yeliz ailesiyle ilgili şeyleri anlatırken cebinden yanmış bir fotoğraf çıkarttı ve bunu önce yanında oturan, hala saçını kurutmakla uğraşan Berk'e, sonra da Yiğit ile Kerem'e gösterdi: "Bunu Poyraz verdi bana, evime gittiğimiz zaman bulmuş. Ailemden kalan tek hatıra, ama yüzleri yanmış. Bir de yanımda bir tarak taşıyorum, annemin saçımı taradığı, onu da göstereyim hemen."
Berk tarağı elinde evirip çevirmişti bir süre ve: "İstersen ben saçını bununla tarayabilirim," diye önerdi. Yeliz sevinçle: "Gerçekten mi? Çok sevinirim," diye karşılık verdi. Yiğit'in gözleri Poyraz'a çevrilmişti, Yeliz ile Berk'in anlaşıyor olmasından o da mutlu gibi görünüyordu.
İyice dinlenmişler, karınlarını doyurmuşlar ve temizlenmişlerdi. Kerem sıcak suyu bulunca hemen çoraplarını yıkamak istemişti ama Poyraz suyun boşa harcanmasını istemediğinden buna karşı çıkmıştı. Burada yirmi asker kalıyordu, onların da suya ihtiyacı vardı sonuçta, tüm suyu çoraplar için heba etmek ayıp olurdu.
Askerler onlar için büyük bir masa ayarlamışlardı. Hepsi onlarla konuşmak ve bu yıkık şehirde nasıl hayatta kaldıklarını öğrenmek istiyorlardı. Soruların çoğunu komutan soruyordu, ama arada meraklı birkaç asker de soru sormaktan çekinmiyordu. Poyraz fazla detay vermiyordu, bu detaylar arasında Reis ile olan hadise, çadır kentte gördüğü manzara ve serserilerle olan karşılaşmaları vardı. Poyraz göçük altında kaldığı ve gözünü açtığında Yeliz'in ona elini uzattığı anı anlattı, daha sonra kızın evine gittiklerini ve katanayı oradan aldığını da anlatmakta bir sakınca görmedi. Önce yalnız başına dolaşan ve gitarıyla şarkı söyleyen Yiğit ile karşılaştıklarını, daha sonra da gruplarına Kerem ile Berk'in katıldığını anlattı ama yoldaşlarının gruba nasıl katıldıklarına hiç değinmedi.
Tüm sorular bittikten sonra sohbeti daha fazla sürdürmek yerine eğlenmeyi tercih etmişti askerler. Hepsi hevesle Yiğit'in gitarına bakıyordu, bir şarkı dinlemeyeli kaç zaman geçmişti ve hepsinin arzusu Yiğit'in onlara bir şey çalması yönündeydi. İlk başta gelen istekler arasında hep türküler vardı, ama Yiğit türkü söyleyebilecek kapasitede görmüyordu kendisini. Sonra aklına Yeliz'in dedikleri geldi ve ona bir jest yapmak istedi. Gitarını çalarken şiir söylemeyi tercih etti:
"Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akarsuyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Varoluş
Science FictionMacera, gerilim ve beklenmedik sürprizlerle bezeli bir hikayenin derinliklerine girmeye hazır olun. Türkiye'de pek fazla görülmeyen yerli post-apokaliptik romanlara olan açlığınızı bastıracak ve gerçekte dünyamızda böylesi bir felaket olduğunda nele...