"Tarih kölelerin krallara başkaldırdığı onlarca isyana tanıklık etmiştir. Özgür olma arzusu her insanın içinde doğuştan gelen bir dürtüdür. Ama bu özgürlüğün bir sınırı olmalı mıdır? Tabii, bir insana isteyerek zarar veren biri, yaptığına özür olarak özgürlüğü öne süremez, bunu kendi hür iradesiyle yapmıştır ama her özgür eylemin muhakkak bir bedeli de olmalıdır. Nefes alan bir canlının aldığı oksijene karşılık karbondioksit salması gibi, yaptığımız her özgür hareketin doğada bir karşılığı vardır.
Başka insanlara zarar vermediği sürece herkes kendi özgürlüğü peşinde bir hayat sürmelidir. Bu düşünce içerisinde oldum her zaman ve öğrencilerime de bu düşünceyi aşılamaya çalıştım. Sonuçta binlerce farklı görüşte öğrencim oldu ve bu hayatta her birinin kendi görüşlerine yer olduğunu anlattım. Özgür olmak bir haktır, doğada her canlı özgürdür. Kurbağa özgürce vıraklar, iletişim kurma yolu budur onun ve bu sayede de eşinin yerini belirlemeye çalışır. Sivrisinekler beslenmek için kan emerler, bu onların hakkıdır ve onlara bunu yaptıkları için kızamayız. Ama doğada her özgür davranışın bir bedeli vardır, yapılan özgür eylem karşı tarafa zarar veriyorsa karşı tarafın kendisini savunma hakkı doğar. Benim kanımı emmeye yeltenen sineği uzaklaştırırım, ama sürekli üzerime gelmeye devam ederse hiç düşünmeden onu öldürürüm.
Özgürlük sadece eylemler ve görüşler sınırları dâhilinde değildir. Doğada tüm canlılar hayatları boyunca belli kavşaklardan geçerler. Hayat onlara bir sürü seçenek sunar. O yüzden herkesin anlaması gereken en önemli şey, bana kalırsa, binlerce kavşak olduğu gerçeğidir. Sizin görememeniz o kavşağın orada olmadığı anlamına gelmez. O kişinin istediği yoldan gidiyor olması da kimseyi alakadar etmemelidir, bu ona en yakın kişileri de içeren bir kısıtlamadır. Çünkü özgürlüğü elinden alınan canlı dünyadaki en tehlikeli varlığa dönüşür, onu geri almak için yapabileceklerini tahmin bile edemezsiniz. Ya da çok merak ediyorsanız tarih kitaplarında bunun kanlı birçok örneği vardır, okumanızı tavsiye ederim. Tarih asla unutmaz, insanlar unutsa bile.
Kısaca söylemem gerekirse bu yola çıktığım günden beri özgürlük benim için daha anlamlı bir olguya dönüştü. Karşılaştığım onlarca farklı insanın kendilerine ait, insanlığı ilgilendiren önemli konularda görüşleri vardı ve bazıları bu görüşlerini uygulayabilecek konumdaydı. O insanları dinlemeye, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştım. Onlara hak verdim mi evet, görüşlerine katıldım mı peki, hayır. Özgürlüklerine anlayış gösterdim. Bir görüşün peşinden gidebilirler, kendilerine ait bir görüşleri de olabilir ve bu onların özgürlükleridir, ama karşı taraf onları dinleyecek ve onun düşüncelerine değer verecek anlamına gelmez bu, işte bu da karşı tarafın özgürlüğüdür. Çoğu insanın anlamadığı şey belki de budur..."
POYRAZ (10)
Komutan onu çadırına getirttiğinde diğerleri onlara tahsis edilen prefabrik evde uyuyorlardı. Komutan gergindi ve öfkeden ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Poyraz içeri girince bir süre söze nasıl gireceğini bilememişti.
"Bir sorun mu oldu komutanım?" diye sordu merakla Poyraz. Elinde katanası vardı, ne olur ne olmaz diye onu getirmek istemişti yanında. Artık ailesi olarak gördüğü kişiler dışında kimselere güvenemiyordu, kendisine güven veriyor olsalar bile.
Komutan anlatabileceğine emin değildi. O yüzden ona direkt göstermeyi uygun buldu. İkisi beraber çadırdan çıktılar ve askeri üssün kurulduğu fuar alanının biraz dışına kadar yürüdüler. Poyraz merak içindeydi ama komutan hiçbir şey anlatmıyordu.
Sonunda komutanın göstermek istediği şeyin bulunduğu yere ulaştılar. Poyraz'ın ağzı açık kalmıştı. Şaşırmış bir haldeydi, görmeyi beklemediği bir manzaraydı. Gerçekten de komutan ona göstermemiş olsaydı inanmazdı. Gösterdiği şey kurşun yağmuruna tutulan askerlerin kanlı cesetleriydi. Aralarında yaşlı bir komutan da vardı, bu Tuncer'in bahsettiği diğer komutan olmalıydı. O halde bunlar keşfe çıkan asker grubuydular.
"Buraya cesetleri bırakmışlar. Bizim bulacağımızı umuyorlardı herhalde. Çünkü bize kanla yazılmış bir mesaj bırakmışlar."
Komutan, Poyraz'a mesajı gösterdi: "Reis'in topraklarından uzak durun!"
Poyraz ne olduğunu anlamıştı ve bu zamana kadar yaşadıkları maceralarla ilgili arada kalmış bazı detayları anlatma vakti geldiğini düşündü. Samimi bir şekilde: "İsterseniz çadırınızda konuşalım bu konuyu. Duymak isteyeceğinizi düşünüyorum. Çünkü Bu Reis denen adamı tanıyorum," dedi.
Reis denen adamla ilk nasıl karşılaştığını, Yeliz'i kaçırdıktan sonra neler olduğunu ve en son Reis'i ne durumda bıraktığını yine çok fazla detaya girmeden anlattı. En son Reis'in kolunun kesilmiş olması komutanın ilgisini çekmişti, şimdi kolu yok muydu yoksa orada ameliyatla kolu yerine dikebilecek uzman bir doktor var mıydı diye sorular soruyordu aklı.
"Yaşıyor olabileceğini tahmin ediyordum zaten. Ama Yeliz'i eşini kurtarabilmek için kaçırdığını öğrendikten sonra daha fazla ileri gidebileceğini düşünmemiştim. O ölen askerlerin kanı bana da bulaşmış durumda."
"Kendinizi suçlamayın Poyraz Bey," dedi komutan, düşünceler içindeydi ve bir süre sonra kararlı bir şekilde: "Bu iş çığırından çıkmadan durdurmak gerek. Yarın o adama hak ettiğini vermeye gideceğim," dedi.
"Lütfen ani kararlar almayın. Orada masum bir sürü insan var. Eşinin bile kocasının kararlarını desteklediğini sanmıyorum," diye sakinleştirdi Poyraz.
"Bir öneriniz var mı peki? Burada hiçbir şey yapmadan bekleyemem."
"İzin verin önce ben bir gideyim. Onunla konuşayım. Geçen sefer bunu yapamadım. Çünkü aklım Yeliz'deydi. Ama bu sefer onunla konuşursam vazgeçirebilirim bu delilikten."
Komutan derin bir iç çekti. Poyraz'ın söylediklerini düşündü. Orada masum insanlar vardı, ama Reis'in dediğine göre o insanlar da artık onun halkına aitti. Yani bu durumda onlar da Reis'in emri altında askerlerle çatışmaktan korkmuyor olabilirlerdi. Bu riske girmeyi pek istemiyordu açıkçası.
"Yalnızca bir gün! Daha fazlası için söz veremem. Oraya gidip konuşun, ama bilin ki ertesi gün tüm buradaki askerlerle oraya varmış olacağız. Bir saldırıyla karşılaşırsak oradaki herkesi düşman olarak belleriz, çünkü kim düşman kim masum diye riske giremem."
Poyraz teşekkür etti ve hemen çadırdan çıktı. Kimseyi yanına almak istemiyordu. Hem daha hızlı gidebilirdi bu şekilde, hem de kimsenin canını tehlikeye atmamış olurdu. Burada güvende olurlardı. Katanasını yanına almıştı ama çantası prefabrik evde kalmıştı. Onu almaya gidemezdi. Onlar da gelmek isteyecekti bu sefer.
Fuar alanının dışına doğru yol aldı, Reis'in bölgesine en kısa nereden gidebileceğini düşünürken ayak sesleri duydu. Gitarı arkasında Yiğit, gülümseyerek Poyraz'a çantasını fırlattı.
"Seni göremeyince bizsiz bir yere gidebileceğini tahmin ettik," dedi Yiğit. "Komutana sorunca bizi gerçeği söyledi."
"Reis'i görmeye gidiyorsan eğer, bana ihtiyacın olacak. Seni temin ederim, üstüne aldığın bu sorumluluk tek başına yapılabilecek bir iş değil," diye söze girdi Kerem.
Berk ve Yeliz de arkalarındaydı. Berk: "Yalnız yola çıkabileceğini düşünmemiştin herhalde, değil mi?" diye sordu pişmiş kelle gibi sırıtırken. Yeliz sadece göz kırpmıştı. Poyraz için bu göz kırpmanın bir anlamı vardı.
"Hey prenses," diye seslendi Yeliz'e ve o da göz kırptı ona.
Böylece beş yoldaş aldıkları bu büyük sorumluluğu yerine getirebilmek umuduyla yola çıktılar. Reis'in bu çılgınlığını bir tek onlar başka kimse zarar görmeden durdurabilirlerdi. Onlar bu işi çözebilecek kişilerdi, işin en kötü yanı zamanlarının çok az olmasıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Varoluş
Science FictionMacera, gerilim ve beklenmedik sürprizlerle bezeli bir hikayenin derinliklerine girmeye hazır olun. Türkiye'de pek fazla görülmeyen yerli post-apokaliptik romanlara olan açlığınızı bastıracak ve gerçekte dünyamızda böylesi bir felaket olduğunda nele...