Wedding.

371 11 2
                                    

________
Aniden uyandım.İlk duyduğum şey bir testere sesiydi.Ameliyatta olduğumu fark ettim.Kemiğimi kesen testerenin sesi kulaklarımı çınlatıyordu.Anlımın ortası yarılmıştı,bu esnada kafatası kemiğim kırıldı.Çığlık atmak istedim,atamadım.Acı dayanılmazdı.
Bırakın çığlık atmayı,parmaklarımı bile oynatamıyordum.Damarımdan zorla enjekte ettikleri kas gevşeticiler titrememe bile izin vermiyordu.O esnada cerrahım etimi kesmeye devam etti.Yavaş yavaş,daha da derine..
Her şeyi duyuyor,hissediyordum fakat kimse uyanık olduğumun farkında değildi.Korkunç bir tramva yaşıyordum,1000 yıllık ömrümün en stresli saatleriydi.Sonunda gözlerim karardı ve dünya sarışın,yaşlı sayılabilecek kadın cerrahımın boğuk sesleri eşliğinde karanlığa gömüldü..
____________
(Elijah anlatıyor)
New Orleans kentine yoğun bir sis çökmüştü.Sokak lambalarının sarı ışıklarıyla aydınlattığı mezarlık girişi her zamankinden de loş ve ıssız görünüyordu.
Takım elbisemin altına giydiğim resmi ayakkabılar mezarlığın taştan yapılmış zemininde yankı yaratacak türdendi.
Ağır adımlarla içine girdiğim mezarlıkta ses gelen yöne doğru döndüm.İçimde korkunç bir his vardı.
Niklaus'un beni hançerlediği zaman hapsettiği kırmızı tabutu tanıdım.Tabut açıktı.Siyah yas kıyafetleri içindeki insanlar tek sıra halinde tabuta bakıp saygılarını sununuyor ve yerlerine oturuyorlardı.
Tabutun durduğu basamaklara tırmanmadan önce birdenbire cenaze töreninin girişine çevrilen meraklı bakışlarla birlikte girişe baktım.
Kardeşlerim.
Hepsi yan yana cenaze törenine giriş yapmıştı.Ben hariç tabii.Sağdan sola doğru büyükten küçüğe dizilmişlerdi ve uygun adım yürüyorlardı.Onlara yaklaştım ve suratlarında ne yas ne de keder gördüm;saf öfkeden başka hiçbir şey yoktu.
Tabuta bakmayı unuttuğumu fark edip basamakları tırmandım ve duracakları yerde durmamak adına arka tarafa geçip tabutun içine baktım.
Tabutta yatan kişi bendim.
Tabutumun başına dizilen kardeşlerim yanlarında duran kasenin içinden minik yakut taşları avuçlayıp tabutumun üstüne atmaya başladılar..

Gözlerimi açtım.Yatağımdaydım.Ne cenaze töreni ne de öfkeli kardeşlerim vardı.
Kabus görmüştüm.
Çift kişilik yataktan yavaşça doğruldum ve birkaç kez derin derin nefes aldım.Son bir kez iç geçirdikten sonra ayaklarımı yavaşça yataktan sarkıttım ve ayağa kalktım.
Odama bağlı tuvalete girip yüzüme su çarptım.Suratımı ovuşturdum ve sanki bana zarar verecekmiş gibi korkarak aynadaki yansımama baktım.
Kehanetin ortaya çıkışından bu yana 3 ay geçmişti ve her gece kabuslarla uyanır olmuştum.Yatağıma geçtim ve telefonun tuş kilidinden saate baktım.
05:30
Artık uyumanın hiçbir manası yoktu.Ne de olsa bir-iki saat sonra Rebekah uyanmam için kapıya dikilecekti."Sonuçta bugün abimiz evleniyor yani." Deyişini şimdiden duyar gibiydim.
Işığımı açtım ve aşağıdan sesler gelmeye başlayana kadar kitap okudum.
Gündelik kıyafetlerimle aşağı indiğimde Kol,elinde Starbucks kahveleriyle avluya girdiğinde gördüğüm ilk kişiydi.
"Günaydın." Dedim.
"Günaydın.Kahve?"
Elindeki plastik tepsiden bir kahve aldım."Düğün sabahına özel." Dedi."Ekstra kafeinli."
"Teşekkür ederim."
"Bu takımla mı geleceksin?"
"Hayır,başka bir şey giyeceğim."
"Eminim ki çok şey fark edecektir." Dedi ve sırıttı.
Rebekah yanımıza yaklaştı ve "Hayatımı kurtardın Kol!" Dedi coşkuyla.Sonra da kahvelerden birini alıp kafaya dikti.Haşlanmayı göze alarak kahvenin yarısını tüketti ve "Şu ikisini de götüreyim bari." Dedi.
"Nerdeler?" Dedim evlenecek çifti kast ederek.
"Hala uyuyorlar!" Dedi merdivenleri tırmanmaya başlarken.Söylenmeye devam etti.
"Sanki ben evleniyorum!"
_____________________________
(Finn Anlatıyor)
"KOĞUŞ KALK!"
Rebekah'ın özellikle cırtlak çıkardığı sesiyle uyanmak,düğün sabahıma başlangıç için mükemmel bir yoldu.
Bana sarılarak uyumuş olan Sage ile aynı anda yerimizden zıpladık.
"Ne oluyor??"
Kısık gözlerle dirseklerime dayanarak sorduğum soruya cevap vermek yerine elindeki kahveleri şifonyere bıraktı.
Sage'i kolundan kaptığı gibi odanın banyosuna sürükledi.
"Çabuk çık Finn de girecek."
Söze girme ihtiyacı hissettim.
"Aaa..Belki de girmem?"
"Aaa..Bunu bana çıplak bir şekilde mi söylüyorsun?"
Kardeşim kavga etmek üzere olan liseli bir kız gibi işaret parmağıyla göğsümü işaret etti.Tişörtümü çıkarıp yattığımı hatırladım.
"Çıplak değilim bir kere sadece tişö.."
"Her neyse,uyan diye kahve getirdim,acele etsen iyi olur." Dedi ve odamın kapısını çarpıp çıktı.
"Yavaş!" Diye bağırdım.
_________________________________
(Hope Anlatıyor)
Çantasının tek kayışını takmış havalı havalı sınıfa giren kuzenim Cameron'un peşinden sınıfa giriş yaptım.
America'nın yanındaki yerime oturdum,Cameron da bizimkinin hemen arkasındaki sırada Eric'le beraber oturuyordu.
"Naber?" Dedim America'yla aynı anda arkamıza dönünce.
"İyi." Dedi Eric."Sen?"
"Ben Lucy York'un kızıldan sarıya boyattığı saçları kadar kötüyüm şahsen." Dedim.
Cameron anlını sıraya yasladı."Ben de Dil Anlatım sınavında ulamayı bulduktan sonra kağıda bön bön bakan sayısalcı kadar kötüyüm."
"Benzetmeler süper." Dedi America sırıtarak.
"Neden bu kadar kötüsünüz ki?"
"Sen babanın evleniyor olmasının ne saçma bir his olduğunu bilir misin Eric?"
"Niye lan neresi saçma?"
"Evleniyor işte." Dedi ve sırıttı."Elimde büyüdü beee." Dediğinde herkes gülmüştü.
"Ya o değil de Fransızca'yla güne başlamak yeterince kötü değil mi?"
"Senin Fransızcan iyi,neden girmek istemiyorsun ki?" Diye sordu Eric.
"Öğretmeni sevmiyorum." Dedim dümdüz bir ses tonuyla.
Her şeyden habersiz olan zavallı America,"Ben seviyorum ya,sen neden sevmiyorsun ki?" Diye sordu."Sen de sevmiyorsun." Dedi Cameron'a dönerek.
"Hem bence özellikle Hope ona çok benziyor." Diyince aval aval baktık.
"Nasıl yani?" Dedi Cameron salağa yatarak.
"Dış görünüş olarak canım tabii ki." Dedi America."Neden sevmiyorsunuz onu da anlamıyorum zaten.Gayet cana yakın bir kadın oysa."
Bu esnada kurt kulaklarım koridordan gelen topuklu ayakkabı seslerini duydu.Birkaç saniye içinde muhterem büyükanneciğim sınıfa giriş yaptı.Sınıfın farklı bölgelerinde kümeler oluşturmuş sohbet eden sınıf arkadaşlarım aralarına mermi sıkılan kuş sürüsü gibi yerlerine dağıldılar.
Yerine oturmadan önce tahtanın önünde durdu ve olağanca samimiyetsizliğiyle "Bonjour." Dedi.Biz de yarı-uykulu gönülsüz seslerle kelimleyi tekrarladık.
Normalde öğretmen masasına oturduktan en az beş dakika sonra derse başlayan ve o arada konuşmamıza izin verip bazen kendi de bizimle konuşan Esther elindeki çantayı masasına fırlattıktan sonra bütün olmayan şefkatiyle ana dilimizde "Kesin sesinizi gerizekalılar!!!" Diye bağırdı.Az önce bize onu öven America'nın mavi gözleri kocaman açıldı.
Sınıf şok.
Sırıtarak onun kulağına eğilip "Gayet cana yakın bir kadın oysa." Diyerek kendi repliğini ona tekrarladım.
Fräulein Esther, (kafam bozulduğunda ona böyle derdim.Çünkü gözümde Hitler'den farkı yoktu ve bu yüzden Almanca öğretiyor olması gerekirdi.) birdenbire cici öğretmen maskesini çıkardı ve Berlin'de bir katolik okulundaki yuvarlak gözlüklü,sıkı topuzlu,siyah döpiyesli,kalem etekli ve kasırga gibi öfkeli müdire rolüne soyundu.Sınıfın duvarları bir anda ağlama duvarına döndü.
Bir zamanlar ona aşırı bağlı olan fakat sonradan taraf değiştiren amcam yüzünden bu kadar öfkeli olduğunu anlamıştım.Ve daha da kötüsü bu öfkenin hepsini bizden çıkarmak üzereydi.Yani az sonra şiddet,nefret,öfke,hınç,kroşe,aparkat dolu bir film vizyona girecekti ve hepimiz çaresizce bu korku filmine bilet almış,sınıfa büzülmüş oturuyorduk.
Sanki cadılık yapmaktan Fransızca öğretmeye vakti kalmış gibi "Bu ders sizi sözlü yapacağım." Dedi Fransızca öğretmeyenim.
"Sen!" Dedi ve bizim sırayı işaret etti.America ile aynı anda "Ben mi?" Dedik.
"Siyah saçlı!" Dedi."Kalk ayağa!"
America bana titreyen bir bakış attı.O anda Nazi kampındaki bir anneymişim de gaz odasına giden evladıma son kez sarılıyormuş gibi kucaklamak istemiştim arkadaşımı.
"Ben sokakta oynuyorum." Demesini istedi Fräulein.
"Je joue dans la rue" Fransızca'da ben sokakta oynuyorum demek.America'nın korkudan zihni mi açıldı nedir,cümleyi o kadar nizami kurdu ki Fransız büyükelçisi olsa bu kadar Fransızcası olurdu yani.
Lakin la rue'yi telaffuz etmeye sıra gelince dili bir türlü dönmüyor,habire İngilizce söylüyordu.(La ruuuhhee demesi gerekirken la ru diye okuyordu.)
"La rue,America,La rue!"
Onun aksine Esther kelimeleri o kadar sinirsel telaffuz ediyordu ki aralarından kelimeler çıkan dişleri her an kırılabilirdi.
Dişleri gören America daha da korktu ve bildiği Fransızcayı da unuttu.
"La Ru..La..Larure."
Bu esnada sıramın önüne gelip en iyi arkadaşımın dibine girmiş olan Esther sağ elini beline koydu ve ""Larure mi?" Dedi öfkeyle parlayan gözlerini kısarak.Sonra sertçe elini indirdi ve "Larure ne salak?!!" Diye bağırdı."Otur yerine,sıfır!"
Sonunda beraat etmiş olmanın verdiği rahatlıkla kendini sırasına attı Americacık.
Esther birkaç kurbanını daha haşladıktan sonra nihayet zil çaldı.Hepimiz tahliye edilmiş olmanın verdiği rahatlıkla nefes aldık."Açın şu pencereyi." Dedi Esther."Sonra defolun da havalansın şu sınıf."
Bunu dedi ve çekti gitti.Cameron uzun bacaklarını sıraya koyup ayaklarını birbirlerinin üzerine atarken kapıya doğru orta parmağını gösterdi.Ben de "Sen defol lan!" Diye bağırdım ona bizzat bahşettiğim vampir kulaklarının beni duyduğunu bilerek.

Mikaelson'un OğluHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin