Mecnun, Leylâ'ya olan aşkı için buralara kadar gelmiş ne yazık ki muradına eremedi. Yapayalnız yaşıyordu. Her geçen gün içindeki acı daha da derinleşiyor, canını yakıyordu. Onu teselli edecek birilerine ihtiyacı vardı.
Her zamanki gibi kendine mesken tuttuğu ağacın altındaki yerin kuru toprağın üstünde uyuyordu. Rüyasında annesi... 'oğlum seni çok özledim. Dön gel artık sensiz dayanamıyorum.' Ak saçlı yaşlı bir dede ona anneni fazla üzmeye hakkın yok dediğinde gözünü açtı. Etrafına bakındı kimsecikler yoktu. Annesi gözünün önüne geldi. Çocukken ihtiyacım olduğu zaman hep yanımda olan annem, şimdi onun şefkatine ne kadar da ihtiyacım var. En azından annemle derdimi paylaşırdım. Çaresizlik ve yalnızlık hepten kötüydü. Annem benim için üzüldüğünü hissetmem bana ayrı bir acı veriyor.' İçinden geldiği gibi... 'anne seni çok özledim. Mutlaka oda beni çok özlemiştir.' Ya adını Misafir koyduğu tayının özlemi onu derin hülyalara doğru götürdü. 'Babasıyla ahıra gittiğinde safkan Arap atı onları görür görmez kişnemeye başladığını, adeta selam verir gibi başını bir aşağı bir yukarı sallardı. Sağ ön ayağını yere sürterek yerinde duramazdı. Babası atların yüzlerini okşarken bir yandan da onları öptüğü o anı hatırladı. Birden içi daraldı...
Dünyanın kahrına kul mu olayım
Bir hasır yok ki üstünde yatayım
Sevgiden yana hakka kul olayım
Ben kimim ki kime kulluk yapayım
'Annem ve babamı çok üzdüğümü biliyorum. Bu günden tezi yok kasabaya gidip onlardan özür dilemeliyim. Babam beni bağışlar mı bilmem ama annem beni hasretle kucaklayacağını çok iyi biliyorum.'
Bilinç altına yerleşen Leylâ'yı burada nasıl bırakacaktı? Bir türlü karar veremedi. Kafası karma karışıktı. Kasabaya gitmek için bir evet bir hayır diyordu. Aslında onun burada kalmasının hiç bir gerekçesi kalmamıştı. 'Küçük su kuyusunun başında mutlaka bir kervan vardır.' Aklı sıra bu haliyle onlarla birlikte kasabaya gidebileceğini düşündü. Kararını verdiği gibi fırının kapısındaki askılıktan bir ekmek aldı.
Basra'dan küçük su kuyusuna giden tek bir yol vardı. Yola koyulmak için önünde herhangi bir engel yoktu. 'Benim için zamanın ne önemi var' diye yola koyuldu. Küçük su kuyusuna doğru ha bire yürüdü. Ne kadar yürüdüğünün farkında bile değildi. Mecnun çölü gördüğünde gülümsedi. Gülümsemek onun için mutlu olmak anlamına gelmiyordu. Ama kendini özgür hissetti. Nasıl olsa onu kimse görmüyordu. 'Leylâââ, Leylâââ' diye bağırdı. Leylâ'nın özlemi ona acı veriyordu...
Senden başka gözüm görmez oldu
Felek neden içimize hasret koydu
Aleme yaşamak bize haram oldu
Acımasız kederle ömrümüz doldu
Ufuktan bir kervan gördü. Sesini duyurmak için avazı çıktığı kadar 'Leylâââ' diye bağırmaya başladı. Tümsek olduğu tarafa doğru koştu. Kervandakiler sesin geldiği yöne doğru baktıklarında hiçbir şey göremediler. Biri diğerine sordu. 'Leylâ diye bağıran birini duydunuz mu?' Hepsi bir ağızdan 'evet' dediler.
Mecnun her yönüyle gerçekten çaresizdi. Acısı gittikçe ıstıraba dönüşmüş içindeki yara ona sıkıntı veriyordu. Dengesini kaybedince tepeden aşağı doğru kayıverdi. Elinde ekmekle öyle bir yuvarlandı ki ortalık toz duman oldu. Kervandakiler, orada ne oluyor diye merak ettiler.
Mecnun'a doğru iki adam geldi. Gördüklerine inanamadılar. Bu çölde yalnız başına üstü başı perişan saçı sakalı birbirine karışmış kum içindeydi. Şaşkın bakışlarıyla elinde ekmek olan genç adama acıdılar. Yardım ederek onu yerden doğrultular. Kendine gelsin diye adamın biri ona su verdi. Omar adlı yaşlı adam, yanındaki İbn-i El Ahtar'a...
''Kim bilir ne derdi var ki çöllere düştü.'' Ahtar:
''Belki de bu mecnun bir kabilenin zengin bir beyin oğludur.''
Omar, babasına olanı anlattı. Babası...
''Onu burada yalnız başına bırakamayız. Basra'ya götürelim.''
Demek ki Mecnun'un daha çekecek çilesi varmış. Sanki kaderi onu tekrar Basra'ya dönmeyi planlamıştı. Halsiz ve açıkmış olarak Basra'ya gelir gelmez kursağına bir kaç lokma ekmek koymak için her zaman ki gibi fırına doğru gitti. Aksilik bu ya askılıkta bir kaç günlük kurumuş bayat ekmek kırıntısından başka bir şey yoktu. Elindeki kumlu ekmek yerine bayat ekmek kırıntılarını tercih etti. Gecenin ayazı insanın içine işliyordu. Zor bir gün geçirmişti. Uykuya ihtiyacı vardı. Her zaman ki gibi fırının sıcacık duvarın dibine uzandı. Ayaklarını karnına doğru çekerek iki kolluyla vücudunu sardı. Başını yere koyduğu gibi uykuya daldı. Rüyasında mis gibi kokan bir gül bahçesinde Leylâ ile el ele tutuşmuş mutlu bir şekilde pınarın berrak suyundan içmek için o tarafa doğru gidiyorlardı. Sabah ezanı okunmasıyla uyandı. Böylece o güzel rüya da bitmiş oldu. Güneşin doğmasına daha çok vardı. Gecenin ayazı hala devam ediyordu. Tekrar uyumaya çalıştı. Gördüğü güzel rüyadan sonra bir türlü gözüne uyku girmedi. Dalmıştı. Bazı sesler duydu. Gözünü açtığında etraf aydınlıktı. Elleri ayakları soğuktan uyuşmuştu. Ayağı kalkmak istediyse de başaramadı. 'Birazdan hava ısınacak' diye güneşin yükselmesini bekledi. Şanslıydı. Çünkü o gün hava güneşliydi. Güneş yükseldikçe hava da ısınıyordu. Fırından sıcak ekmek kokusu ona doğru geldi. Parası bittiği günden beri sıcacık ekmekten bir lokma ağzına koymamıştı. Canı çekti. Onu dilenci sanıp başucuna bıraktıkları bir kaç bozuk paraları yerden almak istedi. 'Ya birisi bu paraları düşürmüşse benim hakkım değil' diye yerden almak istemedi. Aç kaldığı günlerde bile dilenmedi ama ekmeğin kokusu ağır bastı. Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu. Uyuşmuş parmaklarıyla bozuk paraları yerden alırken bayağı uğraştı. O bozuk paralarla sıcak ekmek almak için fırının içine girmesiyle çıkması bir oldu. Fırıncının büyük oğlu Samut sinirli sinirli...
''Seni pis cenabet, bu bozuk paralarla ekmek gelmediğini bilmiyor musun? Miskinler gibi burayı mesken tuttun. Seni buralarda bir daha görmek istemiyorum.'' Diye Mecnun'u azarladı. Daha sonra elindeki bozuk paraları onun yüzüne doğru fırlattı.
Mecnun, fırıncının oğlu Samut'un kendisine yaptığı bu azarlamaya bir anlam veremedi. Şaşkındı. Bu hakareti beklemiyordu. Bir eziklik hissetti. Onuru kırılmış acınacak bir haldeydi. Oysa fırının içi ne kadar da sıcaktı. O parayla sıcacık ekmeği alıncaya kadar geçen zaman içinde az da olsa ısındı.
Fırın sahibi Kassar, yufka yürekli ve merhametli bir adamdı. Oğlu ise bu kadar merhametli değildi. 'Bu oğlum kime çıkmış' diye hep onu hanımına şikâyet eder, dert yanardı. Fırıncı, oğlunun Mecnun'a yaptığı bu saygısız hareketi görünce dayanamadı. Oldukça sinirlendi...
''Sende hiç merhamet duygusu denen bir şey yok mu? Onu bir dövmediğin kaldı. O zavallı mecnunun biri. Üstelik bize de bir zararı yok. Zaten güneş doğar doğmaz buradan çekip gidiyor.''
''Baba! Kılığına baksana! Değil kendini, elini yüzünü yıkamadığı gibi her tarafı kokuyor.''
''Onu rahat bırak'' diye oğluna çıkıştı. Mecnun'un gönlünü almak için elindeki sıcacık ekmeğin yarısını Mecnun'a gülümseyerek verdi.
----------------------------------------------------------------------------------
Kitabın tüm hakları saklıdır. --------------- Lütfen yorum yapınız!
Verdiğiniz yıldızlar için teşekkür.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Herkes Bir Bedel Ödeyecek (KITAP BITTI)
RomanceSevgi kelimesi hiç de yabancı değil bizlere... Bunu herkes çok iyi bilir. Hakkında çok şeyler yazıldı, söylendi... Duygularımı nasıl anlatabilirim diye, ben de bir kaç cümle içimden geldiği gibi ilave etmeden yapamadım. Sevgi, insan...