Medya: Pink ft. Nate Ruess - Just Give Me a Reason
***
Soğukkanlılığın damarlarımı ele geçirdiğini, umursamaz tavrımın beni yönettiğini iliklerime kadar hissediyordum. Bambaşka biri haline gelmiştim; karakalem yapıyor, ders çalışıyor ve yabancı diziler izliyordum. Resim konusunda çok iyi değildim aslında. Ortaokuldaki resim öğretmenimden elmanın sap kısmını çizemediğim için yardım istemiştim. Sonra adam bütün resmi çizdi, boyadı ve gölgelendirdi. Altına bir tek imzasını atmamıştı. Üstüne üstlük sergiye de hayranlık duyarak aldı. Kendi çizdiğini unuttuğu resmi ben çizdim diye sergiye aldı!
Yabancı dizi gelirsek eğer; dizi izlemeyi genel olarak sevmiyordum. Çünkü bağımlılık haline geliyordu ve dublajlı izlemekten nefret ettiğim için alt yazılar yüzünden bulanık görmeye başlamıştım. Ama izliyordum inatla.
Tarihten ve coğrafyadan çözdüğüm testlere baktım ve hayatımda ilk defa bu kadar çok sözel ders ile ilgili test çözdüğüm için kendimle bir kez daha gurur duydum. Çünkü sözelden nefret ederdim. Ciddi anlamda! Her ne kadar şiirlerden, kitaplardan alıntı yapsam da ya da okusam da sevmiyordum.
Kısacası birkaç gündür böyleydim. Yani kendim olmaktan çıkmış bir vaziyette nefret ettiğim şeylerle vakit geçiriyordum. Ve hâlimden de şikâyetçi değildim. Beynimde sürekli komutlandırmış olduğum eylemler olduğundan düşünme yetimi kaybetmiş gibiydim.
O gün eve döndüğümüzde abim, anneme sendromda olduğumu söylemişti.
Annem de anlamayıp tekrar sorduğunda; "Dexter gibi herkesi doğrayasım var. Etlerini filan yüzmek istiyorum," deyip alay ettiğimden beri annem, karşıma çıkamıyordu. Çünkü annem Dexter'ın tüm sezonlarını izlemişti ve birkaç ay etkisinden çıkamamıştı. O günden beri Dexter tarzında diziler izlemiyor.
Elbette umursamaz tavrım, fizik tedaviye gitmeme engel değildi. Çünkü hırslıydım. İyileşecek ve o boş boş esen rüzgâra gösterecektim gününü. Tabi bir daha yüzünü görebilirsem... Gerçi şart değildi yüzünü görmem. Ben kendim için gidiyordum o tedaviye. Ve başaracaktım. Artık kendime inanıyordum.
Eyüp ve Remzi ile birlikte arabaya bindiğimde, Eyüp arabayı çalıştırmak yerine Remzi'ye baktı ve Remzi de bunu hissetmiş olacak ki yutkunarak başını salladı.
"Ne oldu?"
Kaşlarımı kaldırarak sorduğum soruya ikisi de yutkunarak cevap vermişti.
"Şey... Alara... Sana bir şey geldi de, onu vermemiz gerek."
İstemeyerek de olsa sordum.
"Ozan kargo mu yolladı?"
Eyüp iç çekerek onayladı. Derin bir nefes alarak Eyüp'ün arabadan inişini, bagajı açıp koca bir koliyi getirişini sakinlikle izledim. Koliyi kucağıma koyduğunda, gerçekten ağır ve büyük olduğunu daha da çok anlamıştım. Üzerime, en çok da yüreğime her geçen gün ağırlık çöküyordu oysa. Bu neydi ki?
Eyüp ve Remzi arabadan inecekken onları durdurdum.
"Niye iniyorsunuz ki? Bir şeyler göndermiş işte, hadi gidelim."
"Açmayacak mısın?"
Remzi'ye bakarak açmaya cesaretimin olmadığını söylemek istedim ama sadece; "Hayır, açmayacağım," diyebildim.
Eyüp sessizce arabayı çalıştırdı ve ben de kucağımdaki koca koliye bakarak Ozan'dan kurtulamayacağımı bir kez daha anlamış oldum.
***
Odama girdiğimde sırtımı kapıya yasladım ve yavaşça kendimi yere bıraktım. Fizik tedavi işe yarıyordu. Duvarlara tutuna tutuna yürüyerek salondan odama kadar gidebiliyordum artık. Şimdiyse kapının önünde, sırtımı yaslamış bir şekilde oturuyor ve koliyle bakışıyordum.
En sonunda açma cesaretimi elde edip ince paketi yırttım ve kolinin bantlı kısımlarını falçata ile kestim. Kolinin kapağını açtığımda içinde dosyalar, kitaplar, fotoğraflar, günlükler ve bir de zarf olduğunu gördüm.
Zarfı elime aldığımda üzerinde, Ozan Sancak'tan, Alara Şensoy'a... yazıyordu. Vay be, resmiyete ya da pardon; soğukluğa, nefrete bak! Annesi hâkim olan birinden daha ne beklenebilirdi ki?
Zarfı yavaşça açıp kâğıdı çıkardım ve okumaya başladım.
"Alara;
Doğum gününe az kaldı. Yeni yaşına girerken senin yanında olmayı çok isterdim ama verdiğin karar, maalesef yollarımızı ayırmaya sebep oldu. Sen seçtin kaderinin yolunu... Saygı duyuyorum.
Kitaba devam edebilmen için gerekenler var kutunun içerisinde. Birkaç fotoğraf, aldığım notlarla dolu günlükler de öyle...
Bir de... Sensiz günler geçmiyor. Hatta geçtiğini de söyleyemem, öyle zaman durmuş, bekliyor. Senin ne durumda olduğunu bilmiyorum ama hissediyorum. Benden nefret ediyorsun ama bana hâlâ daha âşıksın. Ve bunu bilmek, sana olan kızgınlığımı biraz da olsa dindirmemi sağlıyor.
Ama gün geçtikçe o aşkın azalacak ve bir gün, tamamen bitecek. Bu gerçekle yüzleşmen gerekiyordu. O yüzden yazdım.
Buradaki üniversiteye başladım. Her şey normal ama seni düşünüyorum. Sürekli... Ve bu durumun bir çözümü yok mu diye düşünmeden edemiyorum. Seninle aynı gökyüzüne bakıyoruz ama yine de yetersiz kalıyor.
Artık bu çekime bir son vermem gerektiğini düşündüğüm için bir daha mektup göndermeyeceğim. Çünkü böyle daha da zorlaştırıyorum her şeyi. Ve senin beni üzdüğün kadar üzülmeni istemiyorum.
Unutmadan... Kutunun en dibinde bir şey var. Ben seninle geçirdiğim her harika günün sonunda o şeye bakarak uyudum. Bir gün parmağında görmeyi her şeyden çok istedim çünkü..."
"Sakın... Sakın düşündüğüm şey olmasın," diye fısıldarken kutuyu karıştırdım ama bulamayınca kutuyu boşalttım ve en sonunda o dediğini buldum. Yüzük...
Üzerindeki iddialı bir yeşillikle parlayan zümrüt ve kenarındaki küçük taşlarla parmak ısırtacak bir güzellikteydi. İç çekerek arkama yaslandım ve mektubun devamını okumaya başladım.
"...Seni çok özledim. Ama seni düşünmemem ve hatta unutmam gerekiyor. Çok zor ama yapacağım. Sensizliğe göğüs gereceğim.
Ağlama... Sakın... Sadece, seni özledim. Bunu bilmeni istedim.
Doğum günün kutlu olsun aptal deniz. İyi ki doğdun, iyi ki varsın ve iyi ki beni düşünerek nefes alıyorsun.
O zaman, son kez, hoşça kal aşkım... Hoşça kal..."
Mektubu fırlattım ve ağlamamak için direndiğim ama başarısız olup, yanağımda yol izlemeye devam etmekte olan gözyaşlarımı sildim. Hâlâ daha beni suçluyordu ve bana sırf bu yüzden kızgındı. Aslında o bana değil, kendine kızgındı. Ama hıncını benden çıkarıyordu. Zaten ben neydim ki? Kum torbası değil mi?
Koliyi da fırlatıp saçımı çekiştirdim. Daha fazla güçlü kalamıyordum, adam ta oradan duygularımla oynuyordu!
Sinirle karışık bir şekilde güldüm ve yüzüğe tekrar baktım. O yüzükte çok şey saklıydı: sinir, aşk, nefret, hırs... Ama benim de duygularım alt üst olmuştu. Onun yüzünden alabora olmuş bir gemi gibiydim. Mahvolmuştum ama içime atmaktan perişan haldeydim.
Başımı geriye yaslayıp boş boş tavana baktım. Yapamıyordum, hiçbir şey olmamış gibi yaşayamıyordum. Kafamı boşaltamıyordum. Bu durumdan kurtulamıyordum. Onsuz yapamadığım gibi onsuz devam edemiyordum.
Onu unutamıyordum. Onu düşünmeden yaşayamıyordum.
Ve üstüne bir de, olanlardan ötürü beni suçluyordu. Bu beni daha da çok yaralarken, kararımdan vazgeçmeyeceğime dair yemin ettim kendime. İstediği kadar oynasın benimle, duygularımla... Beni bir kez terk etti, bir daha da ona şans vermeyeceğim. Yemin ederim.
"Aptal deniz, öyle bir tsunami yaratacak ki, rüzgâra kimin aptal olduğunu gösterecek."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RÜZGÂRIN KIZI
Teen Fiction"Biz seninle rüzgârla deniz gibiyiz o hâlde." "Deniz rüzgâra âşık. Rüzgâr da denize... Deniz olmasa rüzgâr esmez, rüzgâr olmasa deniz köpürmez. Bir bütünü oluşturur ikisi. Farkında olmadan, birbirlerine, aşklarını bu yolla anlatırlar hâlbuki." "Ben...