29. BÖLÜM

1.4K 77 2
                                    

Medya: Anneke Van Giersbergen - My Mother Said

***

Her kızın rüyalarını süsleyen beyaz atlı prensi vardır. Sürekli aklındadır, hayallerinden çıkmak bilmez ve hayatı onunla dolup taşar. Belki hiç var olmayacak bir hevesten ibarettir belki de ömrünün sonuna dek sürecek bir sefadır. Bu da kaderin bize güzel bir imtihanıdır.

Benim gördüğüm her rüya, bir kâbusa dönüşüyor. Ve şu an, olmak istemediğim bir sınır çizgisinin üzerinde öylece bakınıyorum etrafıma. Yüreğim ile mantığım arasında, o telden ince çizgiye sıkı sıkıya tutunmuş, kaderimin vereceği kararı bekliyorum.

Yüreğim, Ozan, derken, mantığım, yapma, diyor. Ve ben, hangisini dinlemem gerektiğini bile bilmiyorum. Koca bir boşlukta öylece süzülüyorum. Ne bir tutunacak dal, ne de bir el... Bomboş ve sonsuz bir karanlık... Ucunda bir ışık var gibi ama o ışık, yaklaştıkça daha da uzaklaşıyor yörüngemden. Sonu olmayan bir çaba gösteriyorum ama vazgeçtiğim gün, benim ölüm fermanımın yazıldığı gün olacak.

***

Yalnızlık... Şu an için sığınabileceğim ve kendimi güvende hissedebileceğim ikinci şey. Birincisi ise babamın kolları... Ama ona ruhen kilometrelerce uzakta olduğum için, kendimi tamamen hayattan soyutlamaya karar verdim. Kabuğuma çekildim ve kendimi kafamın içindeki soruların bilinmezliğinin arasına bıraktım. Ve bu düşüş, baharda açan çiçeklerin üzerine uzanmak kadar hafifti.

O günden beri odamda oturuyordum. Olcay Hanım'ın getirdiği yemeklere göz ucuyla bakıp tek lokma dahi girmiyordu ağzıma. Arada bir balkona çıkıp İzmir'e bakıyordum. Eskiden nasıl bakıyorsam, öyle işte... Biraz buruk, bir parça kırık ama umutlu... Ama eski İzmir daha bir güzeldi. Daha samimi, daha sıcak... Çünkü o vardı, yanımdaydı. Şimdi ise yüreğimden kilometrelerce uzakta bir yerlerde...

Derin abi, günde en az üç kez arıyor ve durumumu soruyordu. Onu zar zor ikna etmiştim Amerika'ya dönmesi konusunda. İznini bitirmişti ve benim için daha fazla fedakârlıkta bulunmasına izin vermemiştim. Onu orada bekleyen biri ve onları bekleyen yepyeni bir hayat vardı. Bense bir harabeydim. Her çıkan fırtınada yitip gidiyordum. Ve bundan kurtulamıyordum.

Onunla sıradan şeyler hakkında konuştuktan sonra telefonu kapatıp tekrar boş işlerime kaldığım yerden devam ediyordum. Gözlerim; ufuk çizgisi arasındaki uçsuz bucaksız gökyüzüyle, köpürdükçe yeşile çalan rengiyle göz dolduran masmavi deniz arasında gelip gidiyordu.

Mavi umuttu, ama umudunu kaybetmiş birinin bu denli maviye bağlanması işlediği günahların bir bedeli miydi?

Dört yıl sonra nihayetinde o tekerlekli sandalyeden kurtulmuştum. Peki, neden mutlu değildim? Neden kendimi, felçken daha özgür hissediyordum?

Benim felçken, ruhum özgürdü. Şimdi ise, kafamdaki tilkilerin izin verdiği kadarıyla özgürlüğümü yaşayabiliyorum. Gerisi yok. Bomboş... Tıpkı sol yanım gibi...

Asıl şimdi acınası bir hâldeydim. İnsanların asıl şimdi, ayıplaması gerekiyordu beni. Ama herkes için sözde özgürdüm artık (!) Hâlbuki sokaktan gelip geçen her insan göründüğü gibi değildi. Her birinin kafasında bambaşka sorular, düşünceler; kalplerinde ise farklı farklı duygular barınmaktaydı. Ama herkes, göründüğü gibi kabul ediyordu birbirlerini.

İlk bakışta, karşımdaki insanın neler hissettiğini ve neler düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordum. Sadece gözlerine bakarak... Çünkü gözler, kalbin aynasıdır. Yüzündeki gülümseme aldatırdı seni, ama gözlerinin derinliklerindeki o hüzünden anlardın ne demek istediğini.

Hayat felsefemin bir benzeriydi aslında bu dediklerim. Belki de bu yüzden, bu kadar çok yıpranıyordum. Bilmiyordum... Hiçbir şey bilmiyordum. Sadece ömür boyu dertsiz tasasız oturmak ve beklemek istiyordum. Çok mu şey istiyordum? Sanırım, evet...

Tesadüfen o şarkıyı buldum. Hâlâ daha onun izlerini taşıyor her bir söz... Arkadan gelen gitarın yüreğimi titreten o akoru ise, onunla dolup taşıyordu sanki. Şimdi de her yerde o var. Hem de her yerde...

Kapının tıklatılıp açılması ile başımı kapıya çevirdim. Şule, mahcup bir şekilde başını uzatıp, "Gelebilir miyim?" diye sordu.

Başımı hafifçe sallayıp önüme döndüm. Konuşmasını istemiyordum o yüzden rastgele bir konu açtım.

"Ortaokuldayken, yapayalnızdım. Fikirlerim, duygularım, duruşumla hep dışlandım. Herkes farklı düşünürdü ve bana mantıksız gelirdi. Onlar ailelerinden nefret ederken ben, ailem için ölüp biterdim. Oysa sevgi görmezdim ama karşılıksız da olsa annemle babama adeta tapardım. Onlar benimle çok ilgileniyor olmasalar bile, sevmekten hiç bıkmazdım.

Bir gün Selen diye bir kız geldi ve sevgili yaptığını söyledi. Daha küçüğüm, anlamadım tabi.

Bir sarılıyormuş, sanki kemiklerini kıracakmış. Bir konuşuyormuş, sanki bülbül ötüyormuş. Bir gülüyormuş, sanki dünya duruyormuş.

Ben de pek bir özendim.

"Ben de sevgili yapacağım; o da bana sımsıkı sarılacak, kemiklerimi kıracak belki de ama sımsıkı sarılacak. Öyle bir gülecek ki, dünyayı geç, galaksi duracak. Beyaz atlı prensim değil; mavi motorlu yakışıklım olacak benim."

Sürekli bunları tekrarladım. Alay konusu olmam ise çok uzun sürmedi doğal olarak. Rehber öğretmenim bile ayıplıyordu beni. Bu yaşta daha çok erkenmiş. Ne yapayım, bir heves işte...

Şimdi bakıyorum da: Benim mavi motorlu yakışıklım hiç olmadı. Ozan, benim beyaz atlı prensim olarak kaldı. Benim hayallerimi taçlandıracak o mavi motorlu yakışıklı olamadı. Bana acıdan başka hiçbir şey vermedi zaten o. Bir de geri dönmüş, pişman olduğunu söylüyor."

İç çektim. Göz ucuyla yüzüne baktığımda başını öne eğmiş, parmakları ile oynuyordu. Beni dinlediğinin ve hak verdiğinin bir işaretiydi.

"Neden? Bana o soruyu sorduktan sonra onu reddetmeme rağmen neden? Neden? Annesi benim onurumu yerle bir ederken sustu, neden? Neden? Şimdi karşıma çıkmış bana pişman olduğunu söylüyor, neden?"

Sessizlik... Sadece dışarıdan gelen vapurun sesi ve kuş cıvıltıları konuşuyordu âdeta.

"Ne hissettiğimi, hissedeceğimi bilmiyorum ki. O gün telefonda ondan nefret ettiğimi söyledim ama ona rağmen karşıma çıktı. Sevgi değil mi bu? Fedakârlık değil mi bu? Sahiplenmek değil mi bu? Kendimden önce seni düşünmek değil mi bu? Ondan nasıl nefret edebileyim? Ona nasıl âşık olmayayım?

Yüreğim yaralı...  Ama biliyor musun? Ben her gün ona hayranlıkla bakarken, ona gamzelerimi sunacak kadar gülümserken, o yaptığı yaktı geçti yüreğimi. Sence ben hak ediyor muyum?"

Sessizlik... İkimizin de nefes ve iç çekişleri duyuluyordu sadece. Hak etmemiştim; bu kadar acıyı yaşamayı ve yalnız kalmayı hak etmemiştim. Sürekli kendimi sorgulama gereksinimi duymuştum. Hâlbuki sorun bende değil; beni incitenlerdeydi.

Dolu gözlerimle ona baktım. O da dolu gözleri ile baktı. Bir damla yaş aktı ikimizden de. En sonunda elimi tuttu Şule ve "Bunları hiç hak etmedin, kalbi güzel ablam benim. Ama kader..." dedi.

"Her şeyi kadere yontmanın günahı nedir sence?" diye sorduğumda iç çekti. Gözlerime çekinircesine baktıktan sonra; "Annem söylemişti; Ne kadar beyaz kadar masum olursan ol pembe yalanlarla boyanırsın zamanla. Yaşadıkça acı çeker ve en sonunda kristal bir bardak gibi tuzla buz olursun," dedi. Sessizce içimden mırıldandım.

"Kristal bir bardak gibi..."

Biz bunları hak etmedik, biz hiçbir şeyi hak etmedik. Bir gram mutlu olsak burnumuzdan gelirdi. Bir anda hüzün kaplardı ruhumuzun her bir köşesini.

Biz ne mutlu olmayı ne de üzülmeyi hak ettik. Biz, yaşarken ölmeyi hak ettik. Biz âşık olmayı hak etmedik. Biz, özgür olmayı hak ettik...

RÜZGÂRIN KIZIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin