37. BÖLÜM

967 70 2
                                    

Medya: Koray Avcı - Hoş geldin

***

Bugüne kadar yaptığım her şey aptalcaydı. Ciddiyim. Aldığım sorumluluklar, verdiğim kararlar, sahip olduğum aile... Benim hayatım saçmalıklar üzerine kuruluydu.

Bir yandan Ozan, bir yandan geçmiş... O gün o kapıyı cesurca çarpıp çıktığımda, her şey düzelecekti hani? Şimdi niye buradayım peki? Çünkü Ozan'a güvenmediğimi hesaba katmadım ve acele ettim. Çünkü henüz cesaretimi yeni yeni topluyordum. Onu orada öylece bıraktım. Peki ya beni hâlâ daha seviyor muydu? O da ayrı bir soru...

***

Terli ve bunalmış bir şekilde uyandığımda kendime zor gelebildim. Hasta olacaktım ya da ölecektim. Büyük bir ihtimalle birincisi olacaktı çünkü ölmeyi bir türlü beceremeyen bir insan olduğum için, şanssızlıkta tartışmasız şampiyondum.

Duşa girip az da olsa kendime geldiğimde, kafamdaki düşüncelerin su ile akıp gitmesini diledim. Ama olmadı, olmuyor, olmayacak da...

Giyinip aşağı indiğimde Cemre çoktan gitmiş olmalıydı ki ev sessizdi. Cep telefonumu kullanamayacağımdan dolayı, ev telefonundan Şule'yi aradım. Derin abinin şu an uyuduğunu söylediğinde az da olsa içimdeki pişmanlık duygusu dozunu azaltmıştı. Ama yüzüne bir daha nasıl bakabilirdim, onu hiç mi hiç bilmiyorum işte.

Telefonu kapattıktan sonra boş boş eve bakındım. Şule arayana kadar bu evde kafayı yerdim dakikaları saymaktan. O yüzden sinemaya gitme kararı aldım.

Sinemaya giderken İzmir'i gezdim, kokusunu ciğerlerime hapsettim ve ruhumu tazeledim. Şu sorunları giderdikten sonra her şey daha da güzel olacaktı, eminim.

Sinema salonuna ulaştığımda vizyondaki filmlere kısaca göz attım ve rastgele birisi için bilet aldım. Patlamış mısırımla birlikte salona girdiğimde, salonun çok da kalabalık olmadığını fark ettim. Kafama göre bir yere oturup film öncesi başlayan reklamların, büyük beyaz perdeye düşmesini bekledim.

Neredeyse kırk beş dakika geçmişti ama filme odaklanmayı henüz başaramamıştım. Peki ya Ozan ile konuştuktan sonra ne olacaktı? O beni belki sevmeye devam edecek ama ben ona güvenemeyecektim. Ya o, buna ne kadar dayanabilecekti?

Salondaki ışıklar yanınca filme daha fazla odaklanamayacağımı anladım ve salondan çıkıp kendimi sokağa attım. Kendimi nasıl motive edebilirim, nasıl kendime gelebilirim?

Öylece yürümeye başladım. Belirsiz bir yere doğru yürümeye devam ettim. Adımlarımın kontrolü artık benden çıkmıştı. Sadece, ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya gidiyordum.

Direkt önüme, dalgın bir şekilde bakıyordum. Etraftaki sesler bir uğultuya dönüşmüştü, gözlerimin önünden geçen her şey bulanıklaşmıştı. Ayaklarım daha fazla vücudumu taşıyamadığında, dizlerimin üzerine çöktüm.

Yoruldum...

Güçlü olduğumu gösterip içten içe yıkılmaktan yoruldum.

Sürekli karar vermekten ve verdiğim kararın bedelini ödemekten yoruldum.

Ölüp ölüp dirilmekten ve insanlara söz geçirememekten yoruldum.

Ben, yoruldum. Yaşamaktan, insanlara yük olmaktan, oradan oraya fırlatılmaktan, sevmekten, sevilmekten... Her şeyden yoruldum.

Ben, ben olmaktan, rüzgârın kızı olup bir esintide oradan oraya sürüklenen yaprak olmaktan çok ama çok yoruldum.

***

Soğuk duvara yasladığım sırtım, gerilmişti ve kaskatı kesilmişti. Önümden geçen insanların gözünde bir dilenciydim. Evet, bir dilenciydim: Mutluluk, dertsizlik diliyordum her gelen geçenden ama sadece önümden geçip gidiyorlardı. Bense öylece, başımı öne eğmiş, duruyordum.

Dizlerimi karnıma çektim ve orada yok olmayı diledim. Ve puf! Hiçbir şey olmadı. Aman ne üzücü (!)

Kolumdaki saate baktığımda, neredeyse akşam olmak üzereydi. Üzerimdeki tozları, sanki üzerimdeki şanssızlıkları silkeliyormuş gibi silktim. Kuruyan dudaklarımın şimdiden çatladığını hissedebiliyordum.

Ayakkabılarımı yere sürterek caddeden geçtim ve ara sokağa girdim. Sadece sıcak yatağıma girmek ve sonsuza kadar orada kalmak istiyordum.

Yürüdüm, yürüdüm, gecenin karanlığında kaybolmak istedim. Ama sadece yürüdüm.

Artık bu şehir bile bana yabancı geliyordu. İnsanları, evleri, parkları, denizi... Ben gittikten sonra her şey bana tavır almış gibiydi. İzmir, İzmir'im olmaktan çıkmıştı.

Başımı göğe diktim ve yıldızlara bakarak yürümeye başladım. Göğün zifiri karanlığı arasında beyaz parıltılar eşliğinde ışık saçan yıldızlar... Neden onlar kadar cesur değildim ki? Onlar gökte tüm ihtişamı ile dururken bende tık yoktu. Korkaktım, aptaldım ve daha çocuktum. Bir adamın uzattığı elma şekerini kapıp kaçmıştım. Ardımda ise nefret, acı bırakmıştım. O adam, şimdi benden nefret ediyordu. Emindim.


Eve döndüğümde Cemre, hiçbir şey sormadan televizyona çevirdi başını ve filmini izlemeye devam etti. Yukarı çıkıp pijamalarımı giydim ve aşağı indim. Bir şeyler atıştırmam gerekiyordu çünkü.

"Derin abi aradı bugün."

Çok büyük saygısızlık saydığım ama şok ile açtığım ağzımın içinden görünen yemek artıkları, umurumda bile değildi.

"Ağzını kapat ve gelip yanıma otur."

Cemre'nin bir abla edasıyla verdiği emirlere itaat ettim. Derin bir nefes alarak karşısına oturduğumda gözlerini kaçırdı. Bir sorun vardı galiba. Gerçi, benim hayatımda sorun eksik olmazdı ki!

"Derin abi, gayet iyi ama kırgın... Elbette hayatın senin hayatın olduğunu ama geçmişini de unutmaman gerektiğini söyledi. Bir de, sen Ozan'a bir kez daha nasıl güvenebilirmişsin, ona şaşkın olduğunu ve ihtimal veremediğini söyledi."

Rahatsızlıkla sırtımı dikleştirdim. Bakalım şimdi hangi şoku yaşayacaktım?

"Ve de sana bir teklifte bulundu: Ya Amerika'ya dönüp orada okuyabilirmişsin ya da İzmir'de kalıp güçlü olmayı öğrenmeliymişsin. Ha, bir de, onu araman gerekiyor."

Ayağa kalktım bir hışımla ve Derin abiyi aradım. İlk saniyesinde açıldı telefon ve uyku mahmuru bir ses; "Alo?" dedi. Yine saat farkını unutmuştum.

"Derin abi, ben Alara... Şu an İzmir'deyim ve Cemre'de kalıyorum. Annemlere uğramam gerekiyor ama senin de yanımda olmanı istiyorum. Şimdi Ozan meselesi yüzünden çok üzerime gelecekler, biliyorum."

"Bilmiyorum Alara, bilmiyorum."

Derin bir nefes verdiğini duydum.

"Derin... Bana doğruyu göster, bana yaşamayı öğret. Ben pes etmemeyi öğrendim, umutlu olmayı öğrendim ama güçlü olmayı, yaşamayı öğrenemedim. Lütfen... Bana ben olmayı öğret."

"Rüzgârın kızı olmaktan vazgeçtiğin sürece ancak bunu başarabilirsin. Onu unutarak, devam etmen gerektiğinin farkına varmalısın."

Gözyaşımı sildim ve "Ben özgürlüğümden, bacaklarımdan vazgeçtim. Rüzgârımdan mı vazgeçemeyeceğim?" dedim titreyen sesime rağmen.

Ama söylemesi o kadar kolay değilmiş. Aptal denizin, rüzgârından vazgeçmesi, ölüm gibi bir şeymiş. Bile bile intiharmış. Nefessiz kalmakmış. Cellatların boynuna geçirdiği sert ipe, bile bile meydan okumakmış. Ölümmüş...

RÜZGÂRIN KIZIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin