Medya: Erol Evgin & Sıla - Ateşle Oynama
***
Hayat, idam sehpasındaki hapşıran mahkûma, çok yaşa! demek kadar anlamsız bence. Bir şeyler güzel giderken bir anda itilip yere çuvallanmamız da acınası bir durum...
Hayat bu: Ya cesurlara güler; ya da umursamazlara... Benim gibi mahzunlara gülmeyecek kadar şanssız olduğumdan hep yere çuvallanan taraf ben olmuşumdur.
Şimdi de hayatın, üçüncü kez attığı darbenin şokunu atlatmaya çalışıyordum.
Gergin yüz hatları, en son gördüğümden daha da derinleşmiş olan kahveleri, dağınık saç stili, uzamış sakalları, bulunduğumuz durumdan ötürü düz bir hâl almış dudakları ile gözümde on yaş daha yaşlanmış gibiydi. Yaşarken ölüyor gibi...
Gözünü kırpmadan gözlerimin içine bakıyordu. Keşke bende de bakabilmek için bir yudum cesaret olsa, ama nerede? Yine de ufacık da olsa bir cesaret kırıntısı elde edebilmiştim.
Gözlerine kısa bir bakış attıktan sonra gözlerimi kaçırdım. Bacaklarıma kısa bir bakış atmıştı. Gözlerinin içi parlamıştı.
Tekrar baktığımda ise bu sefer gözleri boş yüzük parmağımda takılı kalmıştı. Yüzük parmağıma baktığımda sertçe yutkundu.
Ne yani? Onun bana kargo ile gönderdiği yüzüğü takacak değildim herhâlde.
Yaklaşık on dakikadır ayakta dikilmek, bacaklarımın ağrımasına sebep olmuştu.
Kenardaki banka oturdum ve dizlerimi ovuşturmaya başladım. Gözleri hâlen daha üzerimdeydi ama onun için bir şey ifade etmiyordum artık, ne önemi vardı ki?
Sinirle yüzüne baktım ve ayağa kalkıp binanın kapısına kadar yürüdüm. İçeri girmeden önce kısa bir bakış attım ama anında pişman oldum. Çünkü hızla üzerime geliyordu ve bu istediğim en son şeydi. Binanın döner kapısından aceleyle girdim ve kalabalığın arasından sıyrılarak yürüyen merdivenlere koştum.
Onunla konuşmak istemiyordum. Yüzünü dahi görmek istemiyordum. Suçluydum, kabul... Peki, daha neden zorlaştırıyordu her şeyi? Üç ay sonra karşıma geçip geri dönmemi mi isteyecekti? Kaçmaktan yorulan yüreğime daha nasıl bir vicdansızlık yapabilirdi ki?
Stantların olduğu kısımlardan hızlı adımlarla geçtim. Birkaç şaşkın bakışın esiri olmuştum ama şu an umurumda olan tek şey: bir an önce bu saçma durumdan ve geçmişimden kurtulmaktı.
Yangın çıkışını gördüğüm anda kapıya koştum ve şans eseri kilitli olmayan kapıyı şükrederek açtım. Kapının arkasına bana göre gayet de ağır gelen çöp konteynırını ittim ve kısa bir süre için soluklandım. İzimi kaybettirdiğimi umarak caddeye çıktım.
Binanın doğu yönüne doğru yürürken etrafa bakarak peşimden gelip gelmediğini kontrol ediyordum.
Adrenalin dolu bir sabaha başlamakla kalmamış, daha soluklanamadan yüreğimin esiri olmuştum. Belki de kaçmam benim korkak olduğumu gösteriyordu ama o an, ne onunla yüzleşebilecek cesarete sahiptim, ne de konuşacak güce... Yüzünü görmeye tahammül edemiyordum, dahası var mı?
Bir süre sinirle karışık bir şekilde yürüdükten sonra Konak'a çıktım. İzmir çok değiştiği için çok da iyi bilmediğim yerlerle dolmuştu. Ya da onca şeyin üzerine bende kafa kalmamıştı. İkincisi daha makul sanırsam...
Bir banka oturup derin bir nefes aldım ve ağrıyan dizlerime masaj yapmaya başladım. Dezavantajlarla dolu bir gerilim filminin ana karakteriydim. Kaçıyordum ama kovalayan avcım da benim peşimi nedense bırakmıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RÜZGÂRIN KIZI
Teen Fiction"Biz seninle rüzgârla deniz gibiyiz o hâlde." "Deniz rüzgâra âşık. Rüzgâr da denize... Deniz olmasa rüzgâr esmez, rüzgâr olmasa deniz köpürmez. Bir bütünü oluşturur ikisi. Farkında olmadan, birbirlerine, aşklarını bu yolla anlatırlar hâlbuki." "Ben...