Medya: Haluk Levent - Aşkın Mapushane
***
Mutluluk neydi ki? Pahalılık fışkıran şeyler alıp hava atarcasına insanlara gösterirken, onların surat ifadelerini görmek miydi? Yoksa çok ama çok istediğin bir şeyi elde ettiğindeki o içinde oluşan anlamsız kıpırtı mıydı?
Bomboştu şu an her şey... Sadece kaçıyordum, uzaklaşıyordum bazı şeylerden. Çözümü bulmak için uğraşmaktansa sadece kaçıyordum. Ama daha da batıyordum boşluğa.
Bodrum... Ne diye gelmiştim ki buraya? Ne yapacaktım burada bir başıma?
Zar zor bir ev kiralayacaktım ve evin salonunda oturup pencereden gözüken deniz manzarasına karşı salya sümük ağlayacaktım. Bomboş yaşadığım şu yaşam dilimim için ağlayacaktım.
Cebimdeki paraya ve önümdeki yola baktım. Bir otele gidebilirdim ama iş bulmam ve bir yerden başlamam gerekiyordu. Oflayarak yürümeye başladım bembeyaz evlerin arasından.
Her evin önünde sarmaşık gibi duvarları saran begonviller vardı. Görüntü bakımından oldukça hoş bir panorama oluşturuyordu ama benim için şu an her şey oldukça renksiz ve basitti.
Oldukça lüks oteller arasından geçerken fark ettim ki genellikle Bodrum, zenginler ve hatta İstanbullular tarafından ele geçirilmişti. Çünkü her yerde mutlaka bir tane İstanbul plakalı son model araç bulunuyordu.
Bana fazla şaşalı ve sıkıcı gelen bu ortam, nefes almamı engelleyecek derecede nefret etmeme neden olmuştu.
Denizi, manzarası hatta kokusu ile mükemmel ötesi bir yer olmasına karşın; dağların tepesindeki lüks villalar, son model arabalar, botoks denen meret yüzünden birbirinin aynısı olan, bir nevi klonlaşmış kadınlar, yaşlı başlı adamların gerine gerine gezdiği fakat peşlerinden sürüklediği genç kızların asık suratları ile dolu bir yerdi burası. Mekânlardan bahsetmek için gücüm kalmadı maalesef. Diyebileceğim şu ki; buraya gelmekle dünyanın en büyük hatasını yapmış oldum. Kendimi tebrik ediyorum.
Her geçtiğim sokağın başında durup kendime kızarken uygun fiyatta bir otel odası bulmak, imkânsız gibi görünüyordu. Ama bir yerden başlamak gerekiyordu işte.
Yürümeye devam ederken Bodrum'da tanıdığım biri var mı diye aklımı kurcalıyordum ama yoktu işte, yoktu.
Mecburen bir banka oturdum ve Cemre'yi aradım. Ama açmadı. O an fark ettim ki dersteydi. Oflayarak ne yapacağımı düşündüm ve en sonunda Zeynep'i aradım. Bodrum'da olduğumu duyduğunda ise bir süre sustu ama sonrasında beni resmen fırçaladı. Dinlenmek için sustuğunda ise bayağı bir dil döktüm ve nihayetinde bana Tarık abisinin otelinin adresini verdi. Elbette iki kilometre kadar yürüdüm ama beni karşılayan beş yıldızlı otel sayesinde keyfim yerine gelmiş hatta; bir anda Bodrum, gözümde cennet oluvermişti.
Koşar adım otele girdiğimde resepsiyonist kızla randevu konusunda çok çok az (!) atıştıktan sonra Tarık Bey ile görüşebilmiştim.
Kır saçlı, beyaz gömlekli, mavi pantolonlu, orta yaşlarında ve diksiyonu oldukça düzgün bir adamla karşılaşmak, beni oldukça memnun etmişti.
Sesi tıpkı Frank Sinatra gibi tok ama bir o kadar da insanı hoş edecek derecede masal gibiydi. Anlatılması oldukça güç biriydi kısacası.
Bana otelinde kalmam için bir oda ayarladı fakat amacım bir iş bulmaktı. Bu konuyu da arsızlığıma yorarak pat diye açtığımda ise bana nazikçe bir iş teklifinde bulundu. İş teklifi dediğim ise: otelin restoranında garsonluktu ama açık büfe tarzında bir yemek servisi olduğu için işim daha kolay olacak gibiydi. Ben de elbette işi kabul ettim ve el sıkıştık.
Söz konusu sosyallik ve halkla ilişkiler olduğunda işim orta seviyede iyi oluyordu ama başarılı bir diksiyona ve dik bir duruşa sahip olmadığım için sınıfta kalıyordum.
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra adamcağız bana otelin gidişatından ve düzeninden bahsetti uzun uzun. Ayrıca beni, çoğu çalışanla tanıştırdı. Birlikte karşılıklı kahve içerken ise aklını kurcalayan o soruyu sordu:
"Zeynepciğim bana telefonda çok bahsetmedi neden İzmir'den Bodrum'a geldiğini. Sahi, sebebi nedir?"
Gülümsemeye çalışarak; "Kaçmak, benim için bir çözüm yolu olsa gerek... Sürekli kaçıyorum her şeyden kafamı dinlemek için ama daha da huzurum kaçıyor. Yeni başlangıç yapmaktan gına geldi. Fakat bilmiyorum... Artık bir karar vermem gerekiyor sanırsam," dedim.
Hafifçe iç çekerek kahve fincanını cam sehpanın üzerine koydu.
"Hayat, üzülmek veyahut kaçmak için oldukça kısa ve hızlı... Ha bugün varsın ha yarın yoksun, ne fark eder ki? Anı yaşa ve seni üzen her şeyden bir an önce kurtul. Böyle devam etmen oldukça zor çünkü..."
Gülümsemeye çalıştığımda onun da burukça gülümsediğini gördüm. Sanki etrafındaki herkes mutsuz da bir kişinin daha mutsuz olmasına tahammül edemeyecekmiş gibi bakıyordu. Belki de haklıydı. Kendince tabi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RÜZGÂRIN KIZI
Teen Fiction"Biz seninle rüzgârla deniz gibiyiz o hâlde." "Deniz rüzgâra âşık. Rüzgâr da denize... Deniz olmasa rüzgâr esmez, rüzgâr olmasa deniz köpürmez. Bir bütünü oluşturur ikisi. Farkında olmadan, birbirlerine, aşklarını bu yolla anlatırlar hâlbuki." "Ben...