0.6❄

164 107 19
                                    

Apaydın bir günde, parlak güneşin doğuşuna eşlik eden bir prens dünyaya geldi. Kutsanmış gibi ışıklar saçıyordu etrafa. Gözleri değerli bir taşmış gibi parlak maviydi, saçları ise altın sarısı. O gün İmparatorluk yıllardır yaşadığı kıtlıktan kurtuldu, hasta olan imparator bir anda gençleşerek iyileşti ve diğer bütün mucizevi olaylar yaşandığında imparatorluk vizyon cadıları bu durumu çocuğun olağanüstü gücüne bağladı.

“Aydınlığı getiren prens. “ lakabı takıldı ona ve gerçekten de yaşamı boyunca ülkesinde hep aydınlık hüküm sürdü. Kurumuş otlara dokunduğumda otlardan çiçek açardı. Hasta bir ata dokunduğunda at anında gençleşip güçlenirdi. Aurası parlaktı ve etrafı samimi ve tatlı bir havayla çevriliydi. Hiç kimse onun yanından ayrılmak istemezdi. Bu görülmüş şey değildi. İmparator normal bir insandı, bilindiği kadarıyla imparatoriçe de... Ancak prens 5 yaşlarındayken imparatoriçenin iblis soyundan olduğu ortaya çıktı. İşte bu, bu çocuğun bütün mucizelerini açıklıyordu. İmparatoriçe böyle bir çocuğu dünyaya getirirken dünyadaki dengeyi bozmuştu ve sonunda onları bir yıkım bekliyordu. O günden sonra başladı imparatorun huzursuz geceleri. Gözlerine bir gram uyku girmezdi, bir hayalet gibi gezinmeye başlardı sarayın içinde. O ne yapacaktı bu prensle? Yapacağı şey belliydi. Bu varlığıyla dengeleri altüst eden çocuğu tanrılara kurban etmeliydi ve onlardan affedilmeyi istemeliydi. Ancak bu şekilde kurtarabilirdi ülkesini. Yalnız o bunu istemiyordu, çünkü şimdi yaşıyorsa eğer, ülkesinin çeşitli zaferlerini ve bu ilerleyişini görmüşse eğer hepsi o çocuğun onu iyileştirmesi sayesindeydi.

Ne diye şimdi bunca şey borçlu olduğu çocuğu öldürecekti? Hem onun ne suçu vardı?
Çocuksa her türlü kötülükten arınmış gibiydi, hiç kimseye zararı dokunmazdı. Aksine dokunduğu her şeye, girdiği her ortama iyilik ve mutluluk getirirdi. İmparator çocuğu kurban etmek istese bile halk ve yüksek kesim buna kesinlikle karşı çıkardı. Çünkü çocuğun gücünün yarattığı mucize herkes tarafından biliniyordu. Aradan 3 yıl geçti. O dönemler imparatoriçe imparatorluktan sürgün edilmişti ve yeni gelen imparatoriçe de anında bir çocuk doğurmuştu. Bu çocuk ise karanlıkla çevrelenmişti ve o zamanlar yeni imparatoriçe çocuğuna iblis imparatoriçe tarafından büyü yapıldığını ileri sürerek prensi cezalandırmıştı.

Çünkü iblis imparatoriçe artık burada değildi, kendi dünyasındaydı ve Yıldız imparatorluğunun gücü henüz oralara ulaşamıyordu. Tek çare onun kanından gelen ve ilk doğulan olduğu için veliaht olarak görülen prensi cezalandırmaktı. Unvanını elinden alarak tahta karşı bir tehdit oluşturmasını da engellemiş olmuştu. Artık aydınlığı getiren prens, prens değildi.

Yine de yüksek kesim, yani dükler ve düşesler hâlâ eski prensin tarafındaydılar ve çoğunluğun sözü geçtiği için de gelecekteki imparator belliydi. Bu durum yeni imparatoriçeyi fazlasıyla öfkelendirmişti. Ne diye bir iblisin çocuğu insanların dünyasında imparator olurdu?

Hırsını ve kurnazlığını kullanıp gizli sahte mektuplar, sahte şahitler ve sahte büyüler yaptırıp hepsini 8 yaşındaki eski prensin üzerine attı. Güya iblis annesiyle plan kurup insanların dünyasını ele geçirerek iblislerin dünyasıyla birleştirecekti ve sonunda gözleri o kadar dönmüştü ki tanrıların dünyasına bile göz dikmişlerdi güya. Sonuç olarak bu yalanlar silsilesi o kadar güzel bir şekilde süslenmişti ki, hiç kimse bunların yalan olduğunu söylemeye cesaret edemiyorlardı, çünkü ellerinde söylenenlerin aksini ispatlayacak delil yoktu.

Bunun üzerine Meteor, insanların dünyasından sürgün edilerek annesinin yanına gönderildi. Orada annesinden eğitim alarak kendini geliştirmekten vazgeçmedi. O, iblisler dünyasındayken imparatorlukta kıtlık başladı, depremler, volkanik patlamalar, kasırgalar, fırtınalar ve imparatorluğa ciddi manada zarar verebilecek daha nice doğa olayı. Halk ikiye bölündü. Yeni imparatoriçenin taraftarları iblis kadınla çocuğu hâlâ büyülerle uğraşıyor dediler. Prens meteorun taraftarlarıysa onun haksızlığa uğradığını bu yüzden de buradan giderken mucizelerini de kendiyle götürdüğünü söyledi. Herkes kendince haklıydı, çünkü öne sürdükleri düşüncelerini kendilerince kanıtlayabiliyorlardı. Kimisi hisleri ve içgüdüleriyle, kimisi de yaşayıp gördükleriyle.

Akabinde imparatorluğun kuytu sokaklarında bir söylenti dolaşmaya başladı. Zamanla bütün imparatorluğa yayılarak halkı korku içinde titreten bu söylenti aynen şu şekildeydi:
“İmparatorun ikinci oğlu, yani veliahdı bir iblisti. Bir gecede yetişkin bir adama dönmüştü ve üstelik etrafında daima karanlık kol gezdiği için imparatorluğu felakete sürüklüyordu. Eski prens geri dönmeliydi ve yeni prensi alt etmeliydi. Aksi taktirde bütün imparatorluk yok olacaktı. “

Ancak bu söylentiler bile birçok soru doğuruyordu. İblisin çocuğu ilk prens olmasına rağmen neden ikinci prens iblis olmuştu ki? Bir insanın çocuğu iblis olamazdı, eğer o insan iblislerle anlaşıp kara büyüler yapmamışsa.

Bu da öyle sonuçlar doğuruyordu ki, yüksek sesle söylenemeyecek türdendi. Yeni imparatoriçe kara büyülerle uğraşmamışsa çocuğu bir iblis olarak doğmazdı. Öyleyse imparatoriçe ne için kara büyülerle uğraşıyordu?

Her geçen gün imparatorluk felakete sürükleniyordu ve bu konuda imparatordan ses çıkmıyordu. Halk dibi görünce isyan çıkarmaya başladı, sadece halk da değil, dükler de bütün güçleriyle onlara katıldılar bu isyanda. Lakin prens öylesine ezici bir güce sahipti ki isyan çıkaranların çoğunu acımadan tek hareketiyle öldürmüştü. Diğer yarısı da sessizce evlerine dönmüş, acılarını bile yaşayamamışlardı. Böyle yaşamaya mecbur edilmişlerdi. Bu zaman dükler birleşerek kendi ailelerinin emirleri altında olan vizyon cadılarından birleşip gelecekle ilgili bir vizyon görmelerini istemişlerdi. Ancak akıllarına bile getirmedikleri bir ihanetle karşılaşmışlardı ve böylece dükler de yok olup gitmişti. İmparatorluk tam anlamıyla bir bataklık içindeydi ve battıkça batıyordu. Sonra Eski prens Meteor çıkıp geldi bütün ihtişamıyla. Halk arasından gizlice topladığı birkaç güçlü gençle imparatorluğu geri almak için kardeşine karşı savaştı. O savaş sırasında prens Meteor öyle bir üstünlük sağlamıştı ki, kayıtlara göre tanrılarla eşdeğer bir güce sahipti. Kardeşini yendi ve iblisler diyarına sürgün etti. Sonra gücünün bir kısmıyla iblisler dünyasıyla insanlar dünyası arasına güçlü bir sınır çizdi. Asla geçilemeyecek bir sınırdı. Kalanıyla da imparatorluğu yeniden eski haline getirmek için çabaladı. Yanında onunla birlikte dövüşen gençlere de takımyıldızlarımdan soyadlar verdi ve onları düklüğe atadı. İşte binlerce yıl önce yaşanmış olaylar bunlardı.

Bütün bunları daha önce okuyup okumadığımı merak ettim. Bütün bu anlatılanların aynısını rüyamda görmüştüm ve genellikle rüyamda gördüklerim mutlaka çok düşünüp üzerinde kafa yorduğum olaylar oluyordu. Belki de ağabeylerimin anlattıklarını gözümün önünde canlandırmışımdır ve şimdi, yıllar sonra da rüyamda gördüğümü sanıyorumdur. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı ve ikide bir esneyip durdum. Hafiften uyku bastırdı demek, birkaç saatlik derin bir uyku çekmeliyim.

Pencereme atılan kar topuna uyandım. Birileri durmadan kar topu atıp duruyordu pencereme ve açıkçası beni rüyamın en güzel yerinden ayıran bu kişiyi merak ettim. Ama onu iş üstünde yakalamalıyım, hiç beklemediği bir anda pencerenin önünde belirip kendini ele vermesini beklemeliyim. Ah sanırım, buna hiç gerek yok. O kız dün benim kar topumu paramparça etmişti ve şimdi de durmadan pencereme mi atıyordu?

Bekle, bu bir davet mi? Hemen üzerime kalın bir şeyler giyip aşağı indim. Koşarak dışarı fırladığımda gözlerimle onu aradım. Görüş alanıma girdiğinde soğuktan donan ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışıyordu. Ona doğru yavaş yavaş ilerlerken bakışlarını bana çevirdi. Bakışları bakışlarımla buluştuğunda gülümseyerek el salladı. Bir parlaklık vardı gözlerinde. Onu ne sevindirmişti bu kadar?

Adımlarımı hızlandırdım. Sırıtmama engel olamadan yanında durdum.

“Bugün keyiflisin. Bu mutluluğunun sebebini öğrenebilir miyim? Genelde hep çatık kaşlısın da... “
Kaşlarımı çatarak onun sinirliyken takındığı tavrı taklit etmeye çalıştım ama sırıtmama engel olamadığım için başarısız oldum. Benim yüz ifademe garip garip gülümseyerek karşılık verdi. Sonra elini havada boş ver anlamında salladı. Yere çöktü, ilk önce onun taklidini yaptığım için benden küsüp böyle bir harekette bulundu sandım ama ona doğru bir adım attığımda yerde bir şeyler çizdiğini fark ettim. Yoksa yazıyor muydu?

Tabii ya, neden onun yazı yazıp yazamadığını sormamıştım ki ona? Biraz daha dikkatle baktığımda bir şeyler çizdiğini anladım. İki ağaç gibi bir şey çizmişti. Hayır, ağaç değildi, dalgalı, uzun odunlar mıydı?

Kaşlarımı çatarak çizdiği şeyi anlamaya çalıştım. Yüzümdeki ifadeden bir şey anlamadığım anlaşılmış olacak ki, ayağa kalkarak beni kendine doğru çevirdi. Ne çizdiğini kendisi mi anlatmaya çalışacaktı?

Ellerini havaya kaldırdı ve avuç içleri bir birine gelecek şekilde birleştirdi. Sonra tuhaf bir şekilde kıvrıla kıvrıla eğilip kalktı. Gözlerini kıstı, dilini dışarı çıkararak aynı hareketi devam ettirdi. Hâlâ anlamadığımı anladığında oflayarak durdu. Elleriyle yüzünü kapattı.

“Yılan! “ dedim heyecanla. Uzun uzun düşündükten ve Rosé’un o garip hareketlerinden sonra aklıma gelen tek şey buydu. Doğru bulmuş olacağım ki, heyecanla başını evet anlamında salladı. Çizdiği resmi anlamak için eğilip tekrar dikkatle baktım. Resmi incelediğimde aklıma gelen soruyu sormak için başımı kaldırıp Rosé’a baktım.

“Neden iki yılan çizdin ki? “

Birden unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi kaşlarını havaya kaldırdı. Sonra yere eğilip çizdiği yılanları bir üçgenin içine aldı. Elimle çenemi ovuşturdum.

“Bu ne olabilir... “

Mırıldandığım kelimeleri duyduğunda omzumu dürttü. Ona baktığımda bana eliyle bir şeyi işaret ettiğini fark ettim. Başımı kaldırıp sarayın çatısına baktım. Sirius düklük bayrağı sallanıyordu çatıda ve ben de onun bayrağı işaret edişinden dolayı bir çıkarım yaptım.

“Bu senin ülkenin bayrağı mı? “

Sonunda anlayabilmem onu rahatlatmış olacaktı ki, derin bir nefes aldı ve başını sallayarak tahminimin gerçek olduğunu onayladı.

“Ben hiç böyle bir bayrak görmedim. “ onu üzmemek için söylemekten çekiniyordum ama hakkında hiçbir fikrim olmayan bir bayrak hakkında da bir şey söyleyemezdim. Bu söylediklerim gerçekten onu üzmüştü. Az önceki sevinci ve mutluluğu silinmişti artık yüzünden.

“Öyle hemen soldurma yüzünü. Şimdi en azından elimizde ülkene dair bir şey var. Biraz araştırırsak buluruz. “

Gözleri parıldadı tekrardan. Gözlerini kocaman açarak “Öyle mi dersin gerçekten? “ diye sorarmış gibi baktı. Başımı salladım. Ne yapıp edip bulacağım!

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin