5.6❄

107 93 0
                                    

Herkesin açısından uzun bir bekleyişin ardından sonunda taç giyme töreni gerçekleşecekti. İblis kral, yıllardır bu anı beklemenin heyecanı yüzünden  zamanın yavaş aktığını ve bu yüzden bu bekleyişin uzun olduğunu düşünmüştü. Diğerleriyse aniden insanlar alemiyle iblisler arasındaki sınırı kaldırabilecek o güçlü yarı tanrıçayı merakla bekledikleri için zaman yavaş akmıştı onlar için. Başta sadece baloya gelen soylular haberdardı olacaklardan ve bu bilgiyi bütün dünyaya aktarıp onların yardımını istemeyi düşünmüşlerdi.

Yine de bu iş onlara kalmadan şu gizemli yarı tanrıça tarafından kötü bir sürpriz şeklinde bildirilmişti. Sınır kalkar kalkmaz yıllardır bu anı bekleyen iblis ırkı bütün dünyaya akın etmiş ve insanları onlara boyun eğmeye zorlamışlardı. Diğer ulusların imparatorları ve kralları da esir alındığında artık insanlık için yolun sonu olduğuna inanılmaya başlamıştı. Umutsuz dünya halkının artık son umutları dünyanın yeni hükümdarı olacak kişinin yarı tanrı yanınaydı. Belki, bir ihtimal yarı tanrı kısmı iblis kısmına ağır basmıştır. Yine de ne kadar düşünürlerse düşünsünler sınırı kaldırmış olan birisinin iyi yanı olacağına inanamıyordu bir yanları. Ve bu bir yanları o kadar baskındı ki içlerinde hâlâ tutunmak için bir dal arayan tarafı eziyordu.

Lord Maximilian ise bu duruma daha az tepki verenlerdendi. Sanki bütün bu olup bitenler onu ilgilendirmiyormuş gibi ilgisizdi etrafında olup bitenlere.

“Ben zaten bir misafirim. “ diyordu kendi kendine ve ertesi gün doğum günü olacağı için içten içe zamanın olduğundan daha hızlı akmasını istiyordu. Her şeyin bir an önce bitip gitmesi, son bulması gerekiyordu ona göre. Günlerdir bu zindana hapsedildiği için şükrediyordu içten içe. Çünkü doğup büyüdüğü ülkenin bir harabeye dönmüş olduğunu görmek onun ölümünü daha trajik hale getirirdi.

Savaşıp ölmeyi isterdi, ama bunun için ne yeterince gücü yoktu ne de hevesi. Kendisini tam bir ikiyüzlü olarak tanımlıyordu. Hem korkak hem vatanperver gibi davrandığını düşünerek kendinden nefret ediyordu. Ona göre o, ikisinden biri olmalıydı. Ama bu şekilde ikiyüzlü bir tavır sergilediğinden kendi ölümünü daha çok arzulamaktan başka hiçbir zararı dokunmuyordu kendine. Kendine pek bir zararı dokunmuyordu ama ya yararı dokunabileceği insanlar varken o korkakça bir köşeye sinmeyi tercih etmişse?

Savaşa hazırlandığı dönem dükle yaptığı alıştırmaları hatırladı. Şimdi nasıl da boşa çabalıyormuş gibi gözüküyordu gözüne bütün o anlar. Donuk bakışını yere dikmiş, bağdaş kurarak öylece oturuyordu. Birazdan kutsal hükümdarları taç giyecekti ve tarihe kazınacak bir ana şahit olacaktı ama o hiçbir şey hissetmiyordu.

Ne bileyim, kimisi korku hisseder, üzgün, çaresiz ve bazen de öfkeli. Ama o bütün bu duygulardan yoksundu ülkesini bu hale getirenlere karşı. Gerçi ne hale getirdiklerini de bilmiyordu ya.

Hissettiği yegane duygu nefretti ve o da kendine karşıydı.

Alelade bir insan lord olmamalı diye geçiriyordu ara sıra içinden. Lord olmasındaki en büyük etken -Annesinin soyu- olmasaydı, o, muhtemelen herhangi bir çiftlikte pislik içinde sürünüp giderdi. Yetenekten yoksun olduğunu da düşünüyordu ara sıra. Eskiden sarayda geçirdiği zamanlarda bu kadar nefret duymazdı kendine. Hatta severdi kendini. Çoğu zaman lanetini bile sevdiği olurdu. Burada ise durum tam tersiydi. İyimser davranmanın aptallara has olduğunu, aptalların ise asla akıllanmayacağı için hep aptal kalacağını düşündü. Kendinin ne kadar değiştiğini pek fark etmemiş gibiydi. Özellikle de Rosé gittikten sonra.

“Sahi, o nerede şuan? “ birçok defa sormuştu bu soruyu kendine ve her defasında da farklı cevaplar vermişti beyni ona. Onun bir yerlerde güvende olabilme ihtimali tek avuntusuydu. Ama dünya iblisler tarafından ele geçirilmişken o ne kadar güvende olabilirdi ki?

Düşündü, düşündü ve hep düşündü. Ağzına doğru dürüst bir lokma almadan, konuşmadan, hareketsizce düşündü.

Onun için de zaman böyle akıp gidiyordu. Zamanı tutmaya çalışmıyor, akıntıya kapılıyordu. Sonunda insanın beyninde yankılanan bir çan sesi duyulduğunda herkes o anın, kaderlerini belirleyecek anın gelip çattığını anlamışlardı. Lord Antares lord Maximilian’a yaklaştı.

“Bir planım var. Buradan kaçabiliriz. “ diye fısıldadı temkinli bir şekilde etrafı kolaçan ederek.

“Artık bir kaçış yok. Bunu kabullenmelisin. “ diye soğuk bir şekilde karşılık verdi lord ona.

“Her zaman bir yol vardır. “ Gözüyle leydi Pollux ve leydi Puppis’i işaret ederek sürdürdü konuşmasını. “Onlar senin de bize katılmanı istiyorlar. Birlikte kaçıp, gizlice ordu toplayıp iblislere savaş açabiliriz. “

Lord Maximilian bakışlarını yerden kaldırdı, lord Antares’in yüzünde gezdirdi. Dışa doğru nefes vererek “Tek başınıza halledin. Benim zamanım dolmak üzere.” Dedi umutsuzca. O an, kendine acıdığını fark etti. Aslında nefreti kendine değildi, bu acınası halineydi.

Lord Antares’in kaşları çatıldı. Sonra lanetin varlığını hatırladı. Kendisiyle lord Maximilian’ı kıyasladığında onun kendisinden daha beter olduğunu düşündü. Siriuslara yapılmış olan laneti anımsadığında “Doğum günün ne zaman? “ diye sordu üzgün bir ses tınısıyla.

“Yarın.” Diye cevapladı lord Maximilian. Ama soğuk çıkan ses tonu ölümün onu korkutmadığını belli ediyordu.

“O, zaten buna hep hazırlıklıydı. “ diye geçirdi içinden lord Antares. “Ama her ne kadar hazırlıklı olmaya çalışsan da bir şekilde kabullenmek istemiyor insan. “

Lord Maximilian’ın yanına çöküp oturmak ve onu teselli etmek istediğinde askerler girdi içeriye. Ama bunların yüzü yabancıydı, üstelik eski askerler zindanda onlarla birlikteydi. Bu yüzden onların iblis olduklarını anlamış olduklarında aralarında dış görünüş açısından hiçbir fark olmadığını anladılar.

“Anlaşılan gitmemiz gerekiyor. “ dedi lord Antares. Tam da elini yere koymuş oturmak üzereyken ayağa kalktı. Maximilian da ayağa kalktığında “Görkemli ana şahitlik edeceğiz. Ne mutlu bize. “ diye fısıldadı lord Antares alayla.

İnce uzun koridor boyunca ilerlediklerinde koridorun sonunun da karanlık olduğunu fark ettiler. Hiç ışık yoktu. Herhalde gecedir diye düşündü kalabalık. Zaten bu durumda mantıklı olabilecek birkaç ihtimalden biriydi bu. Gittiler, gittiler...

Sonunda aşağı kattan yukarı çıkanlar durdukları için arkadakiler hareket edemedi.

“Sorun ne? İlerlesenize! “ diye bağırıyordu sonlarda duran adamlardan biri. Arkadakilerin baskılarına ve iblis askerlerinin onları yolun önünden çekmesiyle yol yeniden açılmıştı. Ama yukarıya çıktıklarında bilgi toplamak için can attıkları o manzarayı göremeyince kısa süreli bir şok yaşadılar. Bütün pencereler siyah bir örtüyle kapatılmıştı. Üstelik kaçma planı yapanlar için de durum hiç iç açıcı gözükmüyordu. Her taraf iblislerle dolmuştu. Bir an kendilerini iblisler aleminde sandılar.

En öndeki iblislerden birisi tuhaf bir dilde bir şeyler söyleyip bağırdığında hiç kimse ne yapacağını bilemeyerek bir birlerine baktılar. Tuhaf bir şekilde onların dillerini tek anlayan kişinin kendisi olduğunu fark etti lord Maximilian. Kaşlarını çatıp “İlerlememizi istiyor. “ diye tercüme etti iblisin sözlerini. Sonra bu dili Rosé’dan öğrenmiş olduğunu hatırlayarak Rosé’la iblisler arasında bir bağlantı bulmaya çalıştı.

Görünen o ki, vizyon cadısının ilk başlarda söylediği vizyonu unutmuş gibiydi. Gerçi tekrardan hatırlaması fazla uzun sürmeyecekti.

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin