1.9❄

113 96 11
                                    

Bir adım atıp lacivert renkli pelerinimin sırt kısmından yapıştı eliyle. Bu konuda anlaştığımızı düşünüp arka kapıya doğru ilerledim. O da sol elinin avuç içinde sıktığı pelerinimden tutarak sessizce peşime takılmıştı. Uzun koridor boyunca dümdüz ilerleyip ilerde iki karartı gördüğümde en yakın sütunun arkasına saklanarak kapı önünde nöbette bekleyen muhafızları izledim. Pelerinimi çıkarttığımda şaşkınlıkla yüzüme bakıp yapmaya çalıştığım şeyi açıklamamı bekledi Rosé. Pelerinimi çıkartıp ona verirken “Sana işaret verdiğimde yanıma gel. “ dedim. Başını sallayarak sütunun arkasında saklandı. Yavaş adımlarla uyuklayan muhafızların yanına gittim. Başımı eğip şuan uykunun kaçıncı seviyesinde olduklarını çözmeye çalıştım.

“Uyanın! “ diye bağırdım bir anda. Anında gözleri açıldı ve doğal olarak yapılmış olan küçük bir hatayı sanki ölümcül bir günahmışçasına algılayıp korktular.

“Siz böyle mi koruyorsunuz sarayı? “ diye sorduğumda önümde diz çökerek af dilediler. Her zamanki planım yine her zamanki gibi tıkırında işliyordu.

“Affedilmeyi istiyorsunuz öyle mi? “ ellerimi belimin iki yanına koydum. “Sizi şimdilik affediyorum, ancak bu gece diğer meslektaşlarınızdan birini daha uyuklarken yakalarsam asla affetmem haberiniz olsun. O yüzden gidip hepsini uyarın. “

Alçakgönüllüğümü överek yanımdan ayrıldıklarında çaktırmadan Rosé’a gelmesi için işaret verdim. Birkaç dakikaya geri geleceklerdi ve biz o süre zarfında saraydan ayrılmış olacaktık. Asıl düşünmem gerek şey geri dönünce ne yapacağım. Onu da her zamanki yöntemlerimle halledebilirdim ama Rosé’u da hesaba katmalıyım.

Fazla oyalanmadan kapıdan çıkarken aynı zamanda da pelerinimi giydim. Bahçe duvarının önüne geldiğimizde ona duvardaki çıkıntıları göstererek tırmanıp tırmanamayacağını sordum. Eğer tırmanamazsa mecburen başka bir çözüm bulacağım ki yarı balık olan birisinden duvara tırmanmasını beklemek de aptallıktı.

Başını evet anlamında salladığında daha önce hiç duvara tırmanmadığına yemin edebilecek kadar emindim. Yine de tırmanabileceğini varsayıyorsa denemesinden bir zarar gelmezdi.

“O zaman sen çık ben de düşme ihtimaline karşı burada bekleyeyim. “ diye öneride bulunduğum sırada çoktan duvara tırmanmaya başlamıştı bile.

“Dikkatli ol! “ diye sessizce bağırdım arkasından. Beni umursamadan duvarı aşıp diğer tarafa zıpladığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak gibiydim. Hemen ardından bir yere kaybolmasın diye ben de duvara tırmanıp diğer tarafa geçtiğimde onun oradan bir yere kımıldamamış olmasıyla rahat bir nefes aldım. Elini gözlerine siper etmiş, sokağı aydınlatan mağazaların aydınlığına alışmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş elini gözünün önünden çekip ağzı açık etrafı incelediğinde gülerek “İlk defa gece dışarı çıkıyorsun. “ dedim. Başını sallıyordu ama sanki dediklerimi duymamış gibiydi. Bir şekilde ona yabancı gelen bir dünyaya alıştırmalıyım onu. Günün birinde olur da buraya geri gelirse yaşadığım yeri bilmesi gerekiyor. Böylece benim onu bulamama ihtimalime karşı onun beni bulacağını ümit ederek bekleyebilirim. Gerçi gittiği zaman geri dönüp dönemeyeceğini de bilemiyorum ya, neyse...

“Hadi, fazla oylanmayalım. “ diyerek elinden tutup onu gideceğimiz yere doğru çekiştirdim. Şaşkınlığını biraz olsun atlatarak dikkatini bana yöneltebilmişti. Sanki cansız bir şeymiş gibi çekiştirdiğim yere kolayca gelmesini onun bu yabancı ortama olan şaşkınlığına bağlıyorum. Başka zaman olsa kaşlarını çatarak yüzüme bakardı dik dik. İlerde gölün etrafında toplanmış olan kalabalığı gördüğümde artık gelmek istediğim yere gelmiş olduğumuzu Rosé’a dönüp bildirdim. Durduk.

Tahmin ettiğimin aksine yüzünde şapşal bir gülümseme oluşmamıştı henüz. Onu kendimle kıyaslamak saçmalıktı zaten. Kalabalık onu tedirgin etmiş olacaktı ki korkarak yanıma sokuldu ve kolumu tuttu.

“Korkacak bir şey yok. “ dedim gülümseyerek.

Tuttuğu kolumda bir yanma hissettiğimde yüzümü acı bir şekilde buruşturarak koluma baktım. Onun elinin üzerindeki şeffaf pullar kırmızıydı ve sanki yanmakta olan bir ateş kadar parlaktı. Eğer hızlı davranıp saklayamazsak dikkat çekerdi, ama tanrı aşkına bu da ne?

Elinin yaydığı fazla ısıdan dolayı kolum yanıyordu ama şuan dikkat çekme endişesi yüzünden bunu düşünecek durumda değilim. Onu kendime doğru çektim ve pelerinimin bir kısmını üzerinden geçirdim. Böylece parıldayan eli pelerinin altında gizlenmişti. Ancak gözlerindeki o korku dolu ifade git gide büyüyordu ve eminim onu sakinleştirmesem kötü bir şey olacaktı.

“Ben yanındayım. “ dedim teselli edercesine bir ses tonuyla. “Ben yanındayken korkmanı gerektirecek bir durum olması söz konusu bile olamaz. “

Hâlâ sakinleşmemiş gibi yüzüme dikmişti turkuaz rengi gözlerini. Kırmızı saçlarını ve bembeyaz tenini andıran bir buket gül ilişti gözüme. Ona sarılarak yavaşça çiçekçi adama doğru ilerledim. Burası dukalıkta saray dışında tek çiçek satılan yerdi. Ve açıkçası bu çiçekçi adam nadiren gelir, bin bir zorlukla yetiştirmiş olduğu çiçeklerini burada, düklüğün en gözde yerinde satardı. Ben çiçekçi adama doğru ilerlediğimde kolumdan yapışmış olan Rosé, kaşlarını tuhaf bir şekilde hareket ettirerek ne yaptığımı çözmeye çalışıyordu.


Gül satın aldım. Elimdeki gülleri ona doğru uzattığımda şaşkınlıktan korkusunu unutmuş gibi kocaman açtığı gözleriyle bana bakmaktaydı. Kolumdan yapıştığı elinin ısısının azaldığını hissedebiliyordum.


“Sana tıpkı sana benzeyen çiçeklerden aldım. “ dedim gülümseyerek ve elimdeki gülü ona uzattım. Çekinerek kolumu bıraktı ve yavaşça elini çiçeğe doğru uzattı. Ona verdiğim gülleri kucağına bastırdığında elinin normale dönmüş olduğunu fark ettim. Ama pullarına baktığımı ona belli etmemeye çalıştım.


Koluma girmesi için kolumu uzattığımda bir süre bir bana bir koluma bakıp durdu. Sonra omuz silkerek koluma girdi ve birlikte donmuş nehre doğru ilerledik. Bu gece burada birçok insan vardı. Kimisi sevgilisiyle gelmişti, kimisi ailesiyle, kimisi de benim buraya ilk gelişimdeki gibi, yalnız. Etrafa göz gezdirdiğimde kalabalığın heyecanlı bir şekilde kıpraştığını fark ettiğimde zamanının gelip gelmediği düşündüm. Saniyeler içinde gökyüzüne atılan havai fişekleri görmemle sorum hemen cevaplanmıştı.

Her zaman bu saatlerde havai fişek gösterisi olurdu burada ve birçok romantik itiraflar da burada gerçekleşirdi. Havai fişeklerin aydınlattığı gökyüzüne değil de Rosé’un yüzüne bakmaktaydım. İlk defa havai fişek görmenin mutluluğunu yaşıyordu sanırsam. Yüzündeki hayranlık dolu ifadeden de anladığım kadarıyla az önceki korkusu artık tamamen silinmişti.


Aralıksız sabaha kadar süren bu gösteri yılda bir kez gerçekleşiyordu ve şansıma bu yıl, bunu yalnız seyretmiyordum. Sanırım bu hayatımın son yılında tanrı tarafından bana yapılmış bir kıyaktı.
Sabahın erken saatlerinde eve döndüğümüzde ikimiz de fazla uyumadan uyanmak zorunda kaldık. Çünkü biraz daha uyumayı sürdürseydim dük tepemde belirirdi ve “Saat kaç oldu haberin var mı senin? Derse geçin! “ diye bağırırdı.

Uyandım uyanmasına da gecemin yorgunluğunu üzerimden atmaya da ihtiyacım vardı besbelli, uyuyamayacağıma göre başka bir şey düşündüm. Saray içinde kendimi en rahat hissettiğim yere gidecektim ve bir şekilde oranın dersle bir alakası olduğunu söyleyip işin içinden kolayca sıyrılacaktım. Öyle de yaptım.

Tek ihtiyacım olan huzur verici ılık bir yerdi ve burası onu karşılıyordu. Sarayın diğer yerlerinden tamamen farklı bir yerdi burası. Burada kendini yalnız hissetme gibi bir durum söz konusu bile olamazdı. Hissettirdiği duygu çok hoştu bir kere. Burada geçirdiğim zaman boyunca sanki çok sevdiğim, yanındayken mutlu olduğum birisiyle vakit geçiriyordum. Öyle sıcak ve sevecen bir atmosferi vardı ki, insanı adeta hipnoz ediyordu.

Bu durum galiba biraz da etrafta bulunan çeşit çeşit çiçeklerden kaynaklanıyordu. Sarayın botanik bahçesi olduğundan dolayı daha bir özenle hizmet edilirdi buraya. Buranın sihri biterse saray içinde kimsenin huzuru kalmaz denirdi eskiden. Gerçi sarayın pek iç huzurunun olduğu söylenemez.

İlk başta da dediğim gibi sarayın diğer yerlerinden daha farklıydı burası. Sanki tamamen karanlık olan odada yanan tek mum gibiydi. Burası ne kadar aydınlık ve ılıksa, geri kalan bütün alan bir o kadar soğuk ve karanlıktı.

Yıldız imparatorluğunun malum hava şartlarından dolayı ülkede çiçek yetiştirmek oldukça zordu ve bayağı da pahalıya mal oluyordu. Bu yüzden çiçek yüksek kesimin bir sembolüydü. Öyle ki davetlerden çoğunun gözdesi çiçeklerdi. Hatta sırf çiçek temalı bir bayram bile var. Bu bayramın ne zaman çıktığına dair en ufak bir fikrim yok, ama sanırım son zamanlarda popülerleşmiş bir gelenek.

Şimdi de Rosé’un o çiçeklerin ifade ettiği bütün o anlamları bilmeden gül yaprakları çiğniyor oluşu beni sinirlendirmekten çok endişelendirdi. Hızlı davranarak gülü elinden aldım ve ona az önce kendi kendime konuştuğum bütün o şeyleri aktardım. Anlamamıştı...

“Bu yenen bir şey değil. “ diye açıklamaya koyulduğumda aklıma uzak ülkelerden birinde gül yapraklarından reçel yapıldığı geldi. “Yenen bir şey, evet, ama bu şekilde değil. “

Kaşlarını çatıp bir biriyle çelişen sözlerime dikkat kesilmişti. Elimde tuttuğum bu neredeyse tamamı yenilmiş olan güle baktım. Ülkenin geri kalanı bunu görseydi dehşete düşüp hepsi bir yerlerde bayılıyor olurdu. Ve de sanırım ona dün gece aldığım güllerinin akıbetini şimdi tahmin edebiliyorum.

Gülü Rosé’un burnuna doğru uzattım.

“Kokusunu duy. “ Sadece bu dünya hakkında biraz daha bilgi sahibi olsun diye getirmiştim onu buraya. Dünyamızın güzelliklerini görmeden bu yabancılığı tam olarak giderilemezdi diye düşündüm. Aşina olduğu kokuların aksine yeni kokuları bizzat kaynağından duyması belki onun gitmek istememesini sağlar. Bütün bu güzellikler onun burada kalmasını tetikler. Yine de sanırım zorla cariye olabilme gibi iğrenç bir ihtimal bütün bu güzelliklerin üzerine karanlığı salıyor. Ortada duran koca bir problem onun benim gördüğüm güzellikleri görmesine engel oluyor ve bütün bunların üzerine koca bir gölge düşürüyor.

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin