5.2❄

97 92 0
                                    

O sıralarda bütün ilgi bu dük Canopus kılıklı herife yönelmişti. Şüpheci ve sorgucu bakışlarla nasıl baş edeceğini düşünüyordu iblis. Zorlandığı konu konuşmak falan değildi. Nefret ettiği bir ırkın bu kadar çok mensubuyla aynı yerde olmaktı.

Ah, bir de şu rahatsız edici kokuları!

Biraz olsun rahatlayabilmek için gözleriyle odayı taradığında gözüne bir köşeye sinmiş eliyle göğsünü bastıran lord Sirius ilişti.

“Ah, bizim damat da buradaymış. “ Kaşları havalandı ve yüzü aydınlandı. İblisin -salonda bulunanlara göre dükün- bu tuhaf tavrı herkesi şoka uğratmıştı ve bütün gözler onun damat diye bahsettiği kişiye yönelmişti. Lord Sirius’a.

Bir anda göğsünün bu derece sıkışmasına rağmen elini göğsünden çekip hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Ağrı yüzünden kusmanın sınırına gelmişti ama kendini zorluyordu. Rengi solmuştu ve nefes alış verişleri de düzenli değildi.

Konuşulanları kaçırdığı için insanların ona neden böyle baktıklarını da kestiremiyordu. Tahmin yürüterek “Belki de kalp krizi geçirmek üzere olduğumu fark ettiler. “ diye geçirdi içinden.

“Oturun.” Hepsi sanki bu komutu bekliyorlarmış gibi aniden yere çöktüler. Anlam veremedikleri bir şey tarafından buna zorlanıyorlar gibiydiler. Diğer yandan basit bir kelime sonrasında aniden yere çöken de kendileri olduğundan bunun bir refleksten başka bir şey olmadığını varsaydılar.

Askerler durumu tuhaf bularak rahatsızca kımıldandılar. Dük Canopus onlara imparatordan istediği alınca her şeyin biteceğini söylemişti. İmparatordan istediğini alamamışsa daha fazla bu şekilde vatana ihanet etmenin ne anlamı vardı? Hem onun gömleğindeki o kan lekesi neyin nesiydi?

Bir an silahlarını düke doğrultup her şeyi şimdi bitirip bitiremeyeceklerini düşündüler. Hepsinin aklımdan aynı düş0nce geçiyordu, ama kimse cesaret edip bunu bir diğerine açıklayamıyordu. Birinin, sadece birinin harekete geçmesi diğerlerini de tetiklerdi. Ancak kimse bir başkasının ona destek olacağından emin olmadan böyle bir işe kalkışmak istemiyordu.

Silik bir gölge göründü dükün arkasında. Bedenin üzerinde görünür görünmez ipler belirdi ve kocaman siyah eller. Bu herkesin kesinkes gördüğü bir görüntüydü.

Gök gürledi. Bu tuhaftı. Ardından şiddetli bastıran yağmur ise kıyamet kopmuş gibi karşılandı. Yıldız imparatorluğunda yağmur yağması görülmüş şey değildi. Bir de zamanlaması manidardı. Sanki bundan sonra hiçbir şey istediğiniz gibi gitmeyecek dermiş gibi. Üstüne bir de korkularını pekiştirmek için yağmurun sertçe pencereleri dövmesi yolun sonundaki ışığı söndürüyordu.

Lord Sirius’un göğsündeki acı azalmıştı azalmasına, ancak şimdi de etrafında dönen olaylara yetişmeye çalışıyordu. Dük Canopus’tan ona gelen tanıdık bir hava vardı. Onun yabancı biri gibi davrandığının farkındaydı ve o yabancı kişiyi de tanıdığına emindi. Gözlerini kıstı, dikkatle iblisi seyretti.

Onun kim olduğunu anladığında gözleri dehşetle aralandı. Ağzından yüksek sesli bir küfür çıktı. Bütün o mağarada olanları anımsadı.

“Maxi, iyi misin? “ Lord Sirius kendini o kadar kaptırmıştı ki babasının sorusunu bile son anda fark etmişti. Başını evet anlamında salladı. Yutkunarak “O bir iblis. “ dedi Maximilian. Çevresinde onun bu dediğini duyanlar söylediklerinin gerçekliğini sorgulamadı. Çünkü onun yaydığı hava bir iblise aitti ve orada bulunan herkes bunu iyice anlamıştı.

Daha önce hiç iblis görmemiş olduklarından onlar hakkında bildikleri tek şey mitolojilerinden öğrendiklerinden ibaretti. İblisler yıllar önce insanlarla yakınlarmış. Bir yerde yer, bir yerde sohbet eder, bir yerde büyürlermiş. Komşuluk ilişkileri iyiymiş, alemler arası seyahat ve ticaret de mümkünmüş. Ancak aniden bir şey olmuş. Bir savaş patlak vermiş ve her iki ırk da bir birlerinden nefret duymaya başlamış. Daha düne kadar aynı sofrayı paylaştıklarını unutmuşlar. Savaşın ne olduğunu bilmeyen çocuklar büyükleri taklit ederek çocuk yaşta farkında olmadan ırkçılığa başlamışlardı.

Savaş sonucunda insanlar ezici bir üstünlük kazanmışlardı ve böylece bütün iblisler imparator Meteor tarafından kendi alemlerine sürülmüştü. Sonrasında iblisler ikide bir insanlara zarar veremesinler diye alemler arasına güçlü bir sınır çizilmiş.

Hikaye aşağı yukarı bu şekilde ama biraz daha detaylı.

Dolayısıyla bir iblisin bu aleme geçebilmesi onun ne derece güçlü olduğunun bir göstergesiydi.

“Bana damat dedin. “ mimikleri sorusuna eşlik etti.

“Şuan seninle oyalanacak kadar vaktim yok. Hazırlanmam gerek. “ diyerek geçiştirdi iblis.

“Neye hazırlanması gerek? “ Herkesin kulağından kaçmamıştı bu duydukları. Bu yüzden akıllarında aynı soru beliriyordu.

İblis ilk başlardaki alaycı tavrını bir anda ortadan kaldırarak ciddileşti. Gözlerinde kırmızı ışık yandı. “Onlara dikkat edin. “ dedi tek kaşını kaldırıp askerlere bakarak. Bakışını bir süre genç bir muhafızın üzerinde tuttu. Muhafız titriyor ve boncuk boncuk terler dökmeye başlıyordu. Gözlerini sürekli kaçırıyor, nefes alış verişleri zorlaşıyordu.

“Özellikle de sen! “ diye bağırdı iblisten korkan askere. “Toparla kendini.”

Hızlıca başını sallayarak iblisin dikkatinin başka tarafa yönelmesini istedi.

“İyi.” Diye mırıldandı iblis kral. Ellerini arkada kenetleyip sahneden indi. Artık insanlar alemini ele geçirmiş sayılırdı. Her ne kadar burada daha fazla zaman geçiremese de buradaki zamanı içinde varisini burayla ilgilenmesi için ikna edecekti. Burayı hallettikten sonra artık daha güçlü bir şekilde planının diğer aşamasına geçebilecekti. Bir sonraki aşama tanrılar alemini ele geçirmekti. Uzun zamandan beridir düşlediği her şey sonunda gerçekleşiyordu. Halkını azat etmekle kalmayıp onları en üstün ırk yapacaktı.

Sarayın içinde, koridor boyunca dümdüz ilerledi. İmparatorun yatak odasını arıyordu. Açtığı her kapıyı hüsranla kapatıyordu. Sakinleşmeye çalışıp bir diğer kapıya geçiyordu. Bir yerden sonra saraydaki odaların her biri onun yaratıcı küfürlerinden nasibini almıştı.
Kapalı perdeler, su damlası sesi yankılanan soğuk bir zindan. Duvarlarda asılmış mumların aydınlattığı loş bir ortam ve başları önünde zorla zindanlara hapsedilen soyluların adım sesleri. Ortalık karışmıştı. Birkaç saat önce kurdukları planın aksine gelişmişti her şey. Çünkü hesaba katmadıkları şeylerin listesi oldukça kabarıktı. Balo salonundayken, bundan yaklaşık 3 saat önce “O iblis sınır var olduğu sürece burada daha fazla kalamaz. “ diye düşünmüşlerdi. “Hepsi Dük Canopus’un açgözlülüğü yüzünden. Kendi eşyasını ele geçirilmek pahasına o iblise vermeseydi biz de şimdi ona tahammül etmek zorunda kalmazdık. “ diye katılmıştı bir başkası sohbete.

Asiller arasındaki konuşmaları askerler de duymuştu. Onların amacı vatana ihanet etmek değildi, vatanı daha iyi bir yer haline getirmekti. Bir iblisin bırakın vatanı, dünyayı yok edeceğini bildikleri için ona hizmet etmek istemiyorlardı. Ama işte korku...

Korku, asla çaresi bulunamayacak pis bir hastalıktır. “O, sınırı ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmuş olmalı. “ diye konuştu lord Maximilian Sirius. Onun bu dünyada fazla kalmayacağını düşünüp bir nebze de olsa rahatlamış olanlar bu cümleyle tekrar korkuya kapıldı.

“Neden bahsediyorsun?” Düşes Betelgeuse bunu sorarken içinden her şeyi yanlış anlamış olması için dua etti. Çünkü eğer lord Maximilian’ın söylediği gerçekse onları duadan başka bir şey kurtaramazdı. En azından dindar bir kadın olan düşes böyle düşünüyordu. Bunun için sabahın köründe kalkıp tanrılara şükranlarını sunuyor, onlar için kurbanlar kesiyordu. Tabii dualarında bahsettiği şey bir tanrının onları iblislerden koruması değildi, kendisinin ve ülkesinin güvenliğini diliyordu. Bu durumda dilediği güvenliği bir iblise karşı kullanabilir.

“Demek istediğim... “ diye başladı söze lord Maximilian. “O, çok güçlü birine benziyor. Üstelik onu daha önce de gördüm. Demek istediğim, onun aurası bana tanıdık geliyor. “

Başını yere eğmişti konuşurken. Hiç kimseyle muhattap olmak istemiyordu ama onları bu şekilde aydınlatmayı da kendine borç biliyordu. Başını yere eğmişti eğmesine, yine de onların merak dolu bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. Ama ne strese girmişti ne de paniğe kapılmıştı. Rosé gittikten sonra sanki bütün duygulardan arınmış gibiydi. Bir robot gibi...

"Her neyse." diye geçirdi içinden. Bu durumda Rosé’u düşünmek anlamsız. "O, şimdiye çoktan evine varmıştır. Yani umarım..."

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin