5.7❄

108 91 0
                                    

Soylular taht salonuna girdiklerinde her iki tarafta da toplanmış olan iblis kalabağı dönüp kapıdan giren bu insan topluluğuna baktılar. Zafer kazanan taraf olmak onlar için gurur vericiydi. Şimdiyse bu insan ırkını kendi ırklarından birisi önünde diz çöktürecekti ve insanlar iblislerin hakimiyeti altına gireceklerdi. Bu günü tarihlerine kaydedip her yıl bir bayram gibi kutlayacaklardı.

Soylular ağır ağır ilerlerken sağa sola bakarak iblislerin yüzündeki o yükseklerden bakan ifadeden iğrenerek ilerliyorlardı, lord Antares dışında. Onun bu taşkınlığı her iki tarafı da sinirlendiriyordu. İblislerin dış görünüşlerine övgüler yağdırıyordu ve sanki dünyası istila edilmemiş gibi sakin ve rahattı.

Leydi Pollux, onun aklından bir şeyler geçtiğinden haberdardı. Bu yüzden lord Maximilian ve leydi Puppis dışında diğer kalabalıktan farklı davranarak lord Antares’in yanında yürüyerek onu arada sırada ipin ucunu fazla kaçırdığı gerekçesiyle uyarıyordu.

Sonunda soylular iblislerin ve tahtın önündeki o koca boş alanda durdular. Artık tarihin değişeceği o ana saniyeler kalmıştı ve bütün nefesler tutulmuştu. Bir melankoli içerisinde olan lord Maximilian, başını yere eğmiş sadece ve sadece bu günün sona ermesini bekliyordu.

Biraz sonra uzun, beyaz elbisesinin hışırtısıyla tahta doğru ilerleyen uzun kırmızı saçlı kadın dikkat çekti. Turkuaz rengi gözlerindeki soğuk bakış onun tanrıça tarafının bastırıldığına inandırmıştı soyluları. Onu herkes tanıyordu. O gözleri değil, ama o yüz, o dış görünüş tanıdıkları birine aitti. Lord Antares, lord Maximilian’ın kolunu cimcirdi şaşkınlıkla. Dikkatini bu dünyadan uzaklaştırmış, tamamen bambaşka bir hayalde dolanan Maximilian kolunda hissettiği acıyla kendine gelip yüzünü acıyla buruşturarak lord Antares’e baktı. Onun kaş göz işaretleriyle tahtı işaret ettiğini anladığında hükümdarı umursamadığını belli etmek için sinirle başını iki yana salladı. Sonra kısa bir anlığına gözüne o beyaz elbiseli kadın ilişti. Dondu.

Dilini yutmuş gibiydi. Gözlerini kırpıştırdı, yanlış görüp görmediğini kontrol etmek için tekrar ve tekrar baktı. O görüntü gerçekti! Bir hayal veya halüsinasyon değil.

Yutkunamamıştı lord Maximilian. Bir yumru yerleşmişti sanki boğazına ve bir ağırlık çökmüştü göğsüne. Ağlamak istiyordu, gözleri dolmuştu bile. Ama bir damla yaş akmıyordu.

“Yine mi kalp krizi geçiriyorum? “ diye sordu içinden. Hissettiği acıyı dayanılmaz buluyordu ama ayaktaydı işte, dayanabiliyordu. Nefesi kesilecek gibiydi, aniden günlerdir yaşadıklarının yorgunluğu çöktü omzuna.

Bir damla yaş süzüldü yanağından. Sonunda ağlayabilmişti. Tuhaftı, karmaşık duygular içerisindeydi.

“Onu son bir kez görebildiğime sevindim. “ diye geçirdi içinden. Alında pek itiraf etmek istemese de onu son bir kez görebilmeyi, şuan ne durumda olduğunu bilebilmeyi istemişti.

Yüzündeki tek bir mimiği kımıldatmamaya yemin etmişti adeta Rosé. O kalabalığın içinde Maximilian’ın da olduğunu bildiği için güçlü görünmeye çalışıyordu. Düşünüyordu ki, ondan nefret eden Maximilian, Rosé’un bu yaptığından pişman olduğunu bilse onunla alay ederdi. Çaktırmadan ortada zorla bir araya getirilmiş soyluların içerisinde Maximilian’ı aradı gözleri. Sonunda onu gördüğünde şaşırdı. Gözlerinde anlamlandıramadığı bir parıltıyla özlem dolu bakıyordu ona. Oysa Rosé kendini sevgi dolu bakışlara değil, nefret dolu bakışlara hazırlamıştı. Bu durum onu afallatmıştı ama o, durumu çabuk toparlamasına rağmen hâlâ lorda bakmayı sürdürüyordu.

Maximilian güldü. Eskiden saatlerce aynanın önünde onun için hazırlandığı günleri düşündü. Şimdiyse günlerdir yıkanmamıştı ve tamamen berbat bir haldeydi. Acaba Rosé onu tanıyabilmiş miydi? Yoksa sadece birine benzetiyordu da kim olduğunu çıkaramıyor muydu?

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin