2.5❄

102 88 0
                                    

“Onlardan bu şekilde korkuyorsan ne diye binmek istiyorsun? “ Ona o soruyu sorduğum günün sabahıydı. Bana at binmeyi öğrenmek istediğini söylemişti. Kıramamıştım, o kadar istekli gözüküyordu ki, o kadar hevesle yazmıştı ki bu soruyu “Hayır.” Diyememiştim. Zaten “Hayır.” Demek için de bir sebebim olmadığından kabul edip çiftliğe götürmüştüm onu.

Yol boyunca da onu hep tembihlemiştim. “Atlara yaklaşırken dikkatli olmalısın. Onlar ürkek canlılardır. Aranızda duygusal bir bağ oluşmayan hiçbir ata yaklaşma. “

O da bütün yol boyunca başını sallayarak sözlerimi onaylıyormuş gibi davranmıştı. Sonrasında beni dinlemediğini, başını öylece salladığı söylediklerimin hiç birini uygulamamasından anlamıştım.

Çiftliğe vardığımızda sanki bir şey tarafından çekiliyormuş gibi beni bırakıp ayaklarının onu yönlendirdiği yere ilerlemişti. Geriye döndüğümde benden çok uzakta olduğunu fark etmiştim. Hemen koşarak yanına yetiştiğimde nefes nefese kalmış bir şekilde ellerimi dizlerime koyarak hafif yere doğru eğilmiş ve derin nefesler almaya çalışmıştım. Yerinde durmuyordu ki!

Sırf duygusal bağ oluştur dedim diye mi bilmiyorum ama oradan oraya koşturdu durdu. En sonunda “Seni bir daha hiçbir yere götürmeyeceğim. “ Diye söylenmiştim küçük bir çocuğu azarlıyormuş gibi. “Eğer hareketlerini kontrol edip beni daha az yorarsan daha çok gezme imkanın olur. “

Sözlerim üzerine somurtarak gezindiği sırada sonunda duygusal bağ kurduğuna inandığım kahverengi bir atla ilgilenmeye başlamıştı. Tam binmeyi öğrendiği sırada dükün gelmesiyle atın üzerinden düşmesi bir olmuştu. Zamanlaması gerçekten manidardı.

“Onu ata binmek konusunda eğitmene gerek yok. İmparatorun cariyeleri ata binmez. “ diyerek ortamı mahvetmişti dük. Attan düşmesi sonucu ufak tefek sıyrıklar oluşmuştu kolunda ve yüzünde. Neyse ki bu kadar basit atlatabilmişti, daha ciddi bir şey olmadığına şükretmiştim.

Ondan sonra, geri dönmek için hazırlandığımız sırada ortadan kayboluvermişti. Şimdi yaklaşık 3 gündür her yerde onu arıyorum. Lanet olsun! O gün ona biraz daha dikkat etmeliydim.

Ya bir yerde düşüp bayıldıysa? Ya da bir yere gitmiş, geri döndüğünde bizi bulamamıştır. Geri gelmek için yola koyulduğunda da kaybolmuştur. Bütün bunları düşünmek bile çok acı verici. Başına her ne gelmiş olursa olsun umarım iyidir.

Onu bulamayınca çiftlikte kalmam gerekirdi, ancak o gün dükün aklına uyarak saraya gitmiştim. Neymiş efendim, adamlarımız onu bulunca zaten saraya getirecekmiş. Burada boşuna beklemek anlamsızmış.

O ortaya çıkmadığı her an bana zehir gibi geliyordu. Baktım sarayda doğru dürüst bir şey yapamıyorum ben de tekrardan çiftliğe geldim. Sarayda boş boş oturmak yerine burada en azından onun izini takip ederek onu bulabilirim.

Atımla çiftliğe vardığımda beni karşılamak için koşuşturan çiftlik çalışanlarına baktım. Telaşlıydılar sanırım, bir şeyler söylemek için aceleyle koşuyorlarmış gibi gelmişti bana.

“Lordum, neden bu kadar geciktiniz? “
Sorularını anlamamış gibi güzlerine baktığımda onlar da benim bu tepkimi anlamlandıramıyorlarmış gibi tuhaf bir ifadeyle tereddüt ederek konuştular.
“Onu bulduk! “

Bu iki kelime içimde öyle bir duyguyu tetiklemişti ki sevinçten yerimde duramıyordum. Hemen attan inip onlara doğru koştuğumda ortada buluştuk.

“Orada.” Dedi soluk soluğa ahırı işaret ederek. Hiçbir şey düşünmeden ahıra doğru koştum var gücümle. Onu bulabildiğime sevinçliydim. Ahırın kapısına vardığımda yerde oturmuş olan kırmızı saçlı birisini gördüm. Saçına saman karışmıştı.

“Rosé! “ Diye bağırdım heyecanla. Eğer sık sık ağlayan biri olsaydım gözyaşlarım şimdi kendiliğinden boşanırdı. Ama ağlayamıyordum.

Başını çevirip bana baktığında ona koştum. Eğilerek onunla aynı hizaya gelip başını göğsüme bastırarak ona sarıldım. Neye uğradığını şaşırmış bir şekilde hiç kımıltısız öylece duruyordu.

“Nerelerdeydin? “ Sesim titriyordu.

“Seni çok merak ettim. “ diye mırıldandım hâlâ ona sıkı sıkıya sarılıyken. Onu bulmuş olmanın sevinci yerini yavaş yavaş meraka bıraktığında burnuma ahır kokusu doldu. Kollarımı yanıma indirerek onun yüzüne baktım.

“Sana ne olmuş böyle? “ Elimi uzatarak saçına karışmış samanları temizleyerek sormuştum. “Söyle bana, birileri sana zarar verdi mi? “

Sonunda başını hayır anlamında sallayarak bir soruma cevap verebilmişti. “Öyleyse bu üstünün başının hali ne? “

Omuz silkti. Kaşlarım havalandı. “Söyle, söyle. “ Aklıma bir ihtimal geldiğinde ağzım aralandı. “Yoksa 3 gün boyunca burada mı kaldın? “

Cevabını vermeden önce uzunca düşünerek yüzüme baktı. En sonunda korkunun ecele faydası olmayacağına karar vermiş olacaktı ki, olacakların bir an önce olup bitmesi için hızlıca evet anlamında salladı başını. Yapmış olduğu hareketi anlamaya çalışarak sordum. “İyi de neden? “

Dudağını ısırarak eliyle atları işaret ettiğinde bu yaptığının sebebini anlamıştım.

“Atları anlayabilmek için mi? “ başıyla onayladığında konuşmamı sürdürdüm. “Atları anlayabilmek için burada 3 koca gün mü geçirdin? Bu sayede artık onların üzerinden düşmeyeceğini düşünüyor olmalısın. Sana onlarla aranda bir bağ olsun derken bir at olmanı kastetmemiştim. “

Göz devirerek başını başka tarafa çevirdi.

“Tamam, sakinim. Bu 3 gün boyunca be yiyip ne içtiniz peki hanımefendi? “

Başını bana çevirip kaçamak bir bakış attı. Sonra yine yüzünü hızla çevirdi.

“Bana sakın atların yedikleri şeylerden yiyip, onların su içtikleri kaptan su içtiğini söyleme. Burada düşüp bayılmamı istemiyorsan bana bunu söyleme. “

Başını evet anlamında salladığında tam olarak neye evet dediğini kavrayamayarak ufak çaplı bir kalp krizi geçiriyordum neredeyse.

“Neye evet? Bütün bunları yaptığına mı evet, yoksa bunu bana söyleme dediğim için tamam söylemem mi demek istiyorsun? “

Soruyu sorduktan sonra ikisinin aynı anlama geldiğini fark ettiğimde dehşetle gözlerim irileşti. Yüzündeki ciddi ifade aniden değişerek yerini gülümseme aldığında şaka yapmış olduğunu anlayarak rahatladım. Derin bir nefes alıp bir başka soru için harekete geçtiğimde içeriye genç bir adam girdi.

“O burada bir şeyler yedi mi? “ diye sordum gence dönerek. Adam Rosé’a baktı.

“Tabii ki! Yaptığımız yemekler hakkında ne söyledi bilmiyorum ama bizimle birlikte yediği için ona olan her neyse gıda zehirlenmesinden değildir. “

Neden bu kadar korkmuş olduğunu anlayabiliyordum ama Rosé’un tuhaf davranışlarıyla bu şekilde alay etmesi biraz zorlamaydı.

“Bir dakika. Bütün bu zaman boyunca burada olduğundan haberdardınız ama bunu bize söylemediniz öyle mi? “

Yanlış anlamış olmamdan korkmuş gibi başını şiddetle iki yana salladı. “Bu bilgiyi bir uşak yardımıyla saraya ilettik.”

Saraya bir haber gelmişse ve haber bana ulaşmamışsa mutlaka düke ulaşmıştır. O, benden bunu neden sakladı?

“Uşağın haberi saraya ulaştırdığından emin misin? “ diye sorduğumda başını sallayarak “Eminim lordum. Hatta geldiğinizde haberi almış olduğunuzu düşündük. “ dedi.

“Anladım.” Diye mırıldanarak başımı Rosé’a çevirdim. Onun da bana baktığını fark ettiğimde gülümseyerek hayal kırıklığımı saklamaya çalıştım. Dük bu konuda bana hiçbir şey söylememişti. Günlerdir çektiğim acıları bu haberle dindirebilmek için şansı varken yapmadı. Belki de kendi başıma atlayıp gelmiş olmasaydım, hâlâ daha habersizdim bu durumdan. Benden bunu saklamakta ne yararı vardı?

Belki de sadece bunu bana söyleyecek boş zamanı olmamıştır. Saçmalık! Zamanı yoksa bile o uşağı bana da gönderip durumdan haberdar olmamı sağlayabilirdi. Ama o bunu yapmadı...

Mavi denizin efsanesi ✅Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin