Bu sırada Suriye sınırına yakın, fakat çatışma yerine tahmini otuz kilometre kadar uzaklıktaki çorak, taşlık arazide, iki katır ve yürümekte olan üç kişiden balıketli, şişmancana olanı, yanındaki uzun boylu, elmacık kemikleri çıkık, gür kaşlı arkadaşına dönerek "Cemil, bu bölgenin temiz olduğundan eminsin değil mi?" diye sordu tedirgin bir şekilde.
Yüzü güneşten yanmış, saçları dökülüp alnı geriye gitmiş, avurtları çökük, zayıf yapılı, peşmerge kıyafetleri içinde diri gözüken uzunca boylu bu adam, "Başkan'ım," dedi gülümseyerek. "İstihbarat birimlerimizle bir haftadan beri bizzat koordineli olarak çalışıyorum. Türkiye'ye bu gece Dicle Çentik Boğazı'ndan içeri sızacağımızı, TSK'nın şifresini kırdığını bildiğimiz kanaldan, kriptolu mesaj geçtim ve yüz kadar elemanımı şaşırtma yapmak için boğaza yolladım."
Ama adam hâlâ tedirgindi, "Ya bu silâh sesleri?" diye sordu.
"Efendim, bu Şivan'ın grup. Bizimkiler bir müddet çatıştıktan sonra geri çekilecekler. Duyduğumuz sesler de zaten onu kanıtlıyor."
Mayınlı araziyi çok iyi bildiği, alışık hareketlerinden belli olan Cemil, art arda bağlı iki katırı yedeğinde çekerken, yöresel kıyafetler içinde bulunan iki kişi de katırların arkasından onun ayak izlerini takip ederek, dikkatlice ilerliyorlardı. Bu bölgede yanlış bir adım, ölüm demekti.
"Cemil, karakol komutanını hallettiniz değil mi?"
'Bu kadar korkak mıydı bu' diye geçirdi içinden. Bir şeyler söylemek ihtiyacını hissetti ama tuttu kendini, "Merak etmeyin Başkan'ım," dedi onu rahatlatmak istermişçesine. "Bu civarda tütün kaçakçılığı yapan adamımız, iki katır yükü tütün geçireceğini, yolu açık tutmasını bizzat rica(!) etmiş karakol komutanından. Sağolsun o da bizim Maho'yu kırmayıp, tüm rütbelilerini ve askerlerini, bizim yemleme olarak adamlarımızı gönderdiğimiz boğaza sevk etmiş." deyince, gür kaşlarından nerdeyse gözleri gözükmeyen bu tıknaz adam, hayretle gözlerini iri iri açarak, "Ne yani, koskoca sınır karakolunda kimse yok mu şimdi?" diye sordu şaşkınlıkla. "Olmaz mı efendim, var... Var tabii. Bizim Çetin Başçavuş, Antep'lidir kendisi. Şoförü ile postası da yanındadır." 'Sadece üç kişi mi' der gibi baktı sorarken. "Başka?"
"Haa, evet... Üç de karakol nöbetçisi var. Sizin anlayacağınız, sınır devriyeleri, tüm sıralı astsubay ve uzmanlar çatışmada. Bizim Maho, gündüzden komutanın emaneti indirmiş, o yüzden şimdilik bir tehlike gözükmüyor." diyen Cemil başı ile ilerisini işaret ederek, "Doğruca katırlarla Maho'nun evine gideceğiz." dedi kendinden emin bir şekilde.
Cemil'in yanındaki diğer kişi, acemice vücuduna sarındığı çok belli olan yöresel kıyafetinin içinden bir telsiz çıkararak, İngilizce talimatlar verince Başkan şüphelendi, "Ne o William, bir sorun mu var?" dedi gözlerini korkuyla açarak. "No, no... Yok olmak sorun. Ben haber verdi şoföre, hazırladı bize bir araba."
Cemil, yıllardır gizlendiği yerden dışarı çıkmayan Başkan'ını böyle tedirgin görünce, biraz rahatlatmak ihtiyacını hissetti onu ve "Başkan'ım lütfen, rahat olun siz," dedi gülümseyerek. "Bak, CIA'dan bir görevli bile yanımızda. Sizin kaçış plânınızı onlar yaptı, biliyorsunuz. Herhangi bir tehlike olsa önceden hemen haberimiz olurdu." Ama Başkan onu duymuyordu bile. "Yol temiz değil mi?" derken, korku gözlerinden okunuyordu. "Elbette efendim, tabii ki temiz. Sizin sağ salim gideceğiniz yere ulaşmanız için, bütün risk faktörleri minimuma indirildi." dedikten sonra gururla söylendi. "Ayrıca böyle kaçakçılık maskesi altında defalarca geçip, bir sürü eylem yaptık biz" diyen Cemil, hâlâ böbürlenerek anlatıyordu. "Ee, TC'nin yumuşak karnı da bu coğrafyanın her yanında olduğu gibi rüşvet... Bastır parayı geç. Ondan sonra bu bölgede ne yaparsan yap. Yeter ki vereceğin kişiye göre miktarını iyi belirle. Ondan sonra yapamayacağın şey yoktur buralarda."
"Ama ben yine de tedirginim."
Cemil, Başkan'ı şöyle bir süzdü. Onun sağ koluydu. Yıllardır davası için dağlarda çarpışıyordu. Bazen şiddetli bir çatışmanın en ucunda, ateş hattında bile bulunuyordu. Ama Başkan, bir kere bile askerinin içine karışıp, sıcak çatışmaya girmemişti. Değil çatışmaya girmek, arazide bir sığınakta bile gecelememiş biri için bu yolculuk, tabii ki onun için çok şey demekti. Bir de onun korkak huyunu iyi bildiğinden, sakinleştirme çabasındaydı şimdi. "Tamam efendim, sakin olalım," derken, güzergâhta bir sorun çıkmayacağını anlatmaya çalışıyordu dilinin döndüğünce. "Karakolun yakınından geçeceğiz. Gerçi Maho işin bu yönünü de halletmiştir ama biz yine de dikkatli olalım ne olur ne olmaz. Karakol nöbetçilerine görünmeyelim. Bir şey olmaz ama bizim geçtiğimizi nöbetçilerden biri görecek olursa, çatışmadan dönen diğer komutanlarına yağcılık olsun diye öterler, TC istihbarat birimleri de bunu dikkate alır, neme lazım. Durduk yerde risk yaratmayalım."
Tam karakolun civarından geçiyorlardı ki parmağıyla karşıyı gösterdi Cemil, "Aha bak, Maho'nun kırmızı arabası karakolun bahçesinde. Kesin, Çetin Başçavuş'la tavla oynuyorlardır içeride." dedi kendinden emin şekilde. "Gördün mü, karakolun önünde hiç nöbetçi yok. Maho ne yapıp edip, onları bir yere yollatmasını bilmiştir."
Tütün yüklü iki katır, peşmergenin yedeğinde karakolun az uzağından sessizce geçip, tepenin ardında kayboldular. Havanın sıcaklığından kesif bir tütün kokusu etrafa yayılıyor, adamlar hem sıcaktan hem de görevin getirdiği mesuliyetten, şimdi buram buram terliyorlardı. Ee kolay mı, Türkiye'nin bu coğrafyasını yıllardır kana bulayan bebek katili, hükümetin son çıkışları ile iyice köşeye sıkışmıştı. Koruyucusu Suriye işin ciddiyetini görünce, Türkiye'den it gibi korktuğundan, yıllardır koruyup yataklık ettiği Apo'ya 'bir an önce ülkemi terk et' mesajı vermişti.
Bu garip konvoy, kısa bir yürüyüşten sonra, karanlıkta belli belirsiz seçilen, yıkık dökük birkaç evden meydana gelen Yolçatı mezrasının en ucundaki eve ulaştı. Avlunun iki kanat şeklindeki kapısını içeriden açan nöbetçi peşmerge, etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra, sıkıca kapadı. Olası bir saldırıya karşı, bir manga askerini dağlardan köye çekmişti Cemil.
Yıllardır köpek gibi sadakatle hizmet ettikleri Başkan'larını pejmürde bir kılıkta görmek, kapıdaki nöbetçi peşmergeleri bayağı şaşırtmıştı. Üzerinde pis bir arap elbisesi, yüzünde bir haftalık sakal, bir de üzerinde keskin tütün kokusu... Gözlerinde büyüttükleri müthiş Başkan Apo, arkasından sorgusuz ölüme koştukları büyük komutan bu muydu?
Yol yorgunu olan konvoydakiler hemen içeri buyur edildiler. Çok vakitleri yoktu, hemen hazırlanıp yola çıkmalıydılar ki plânladıkları gibi bu sabaha karşı, Mersin'deki ikinci buluşma noktasına ancak varırlardı. Cemil sert bir şekilde Kürtçe emir verince, iki peşmerge ellerindeki keleşleri bırakıp, avludaki katırların yanına koştular. Çarçabuk yükler indirildi. İçeri getirilen tütün paketlerinin arasına elini sokup, poşetlere sarılmış birtakım eşyalar çıkarıyordu şimdi. Bunların içinde, Apo'nun ve yanındaki Amerikalı ajanın şahsi eşyaları, yüklüce para ve birkaç silâhla, mühimmat vardı. Cemil, eşyalarla diğer odaya girdiğinde, Apo ve William yıkanıp temizlenmişler, onlar için hazırlanan temiz, ütülü elbiseleri bekliyorlardı.
Getirilen elbiseleri giydikten sonra silâhları kuşanıp, avluda bekleyen eski model, beyaz renkli Toros marka otomobile doğru yürüdüler. Bu civarda göze batmamak için, diğer buluşma noktasına kadar bu külüstür araba ile gitmek zorundaydılar. İleride anayola çıkacakları yerde, William'ın telsiz ile emir verdiği şoförü, siyah bir mercedese (CA) yeşil renkli diplomat plâkası takılı olduğu halde, hazır beklemekteydi. Jandarma bölgesinde dolaşmanın kolaylığı buydu işte. Bu kadar büyük bir alanın, bir karakolun gözetiminde ve başçavuş düzeyindeki tek bir komutanın yönetiminde olmasıydı. Bir de o işi(!) hallettin mi, tamam. Ondan sonra buralarda ne yaparsan yap, karşında kanuni bir güç bulamazsın.
O yüzden, gecenin karanlığında tangur tungur yoluna rahatça devam eden bu otomobil müsveddesi, yarım saatten fazla bir zaman sonra anayola yakın bir yerde durup, farlarını söndürdü. Çünkü bundan sonra yol, tehlikelerle doluydu onlar için. Bu civar, kırsal kesim olarak jandarma denetimindeydi ama yol güzergâhı hariçti. Karayollarına, Bölge Trafik Polis ekipleri bakıyordu ve nereden çıkacakları, ne yapacakları hiç belli olmazdı. Polisler, gecenin bu saatinde yol üzerinde hiç uyumaz, pür dikkat Irak'tan gelen tankerleri gözetirlerdi. Çünkü her gelen tanker, rüşvet çarkına bulaşmış rezil polisler için çil çil nakit demekti. İşe bu taraftan bakarsan, o yörenin jandarma karakol komutanını bağladın mı artık buralar senindir, rahatça gezer, istediğin gibi at koşturabilirsin. Ama polisler öyle mi? İçlerinde bol miktarda rüşvetçisi olduğu halde, onlara yakın bir sayısı da dürüstçe ve layığı ile bu görevi yapmaya çalışanlar da vardı. Ayrıca, rüşvetçi polislerin peşinde dolaşan denetçileri, amirleri var. Bir de rüşvete günah yönünden bakıp, kendi çapında başka işler çeviren, ama sözde hoca geçinen(!) polisler de var. Yani var da var. Bu yüzden karayolu üzerinde, gecenin bu geç saatlerinde kime rastlayacağın meçhul.
Yolun karşısındaki sapakta, ağaçların arkasından farlarını yakıp söndüren bir araç belirdi. Aha işte, William'ın beklediği diplomatik plâkalı araç buydu. Hep beraber eski araçtan inip, hızla o tarafa doğru yönlendiler. Yere indiklerinde Cemil, yıllardır kader arkadaşlığı yaptığı Başkan'ına sıkıca sarılıp bir müddet öylece kaldı. Belki de onu son görüşü, son kucaklayışıydı. Suriye'den gizlice kaçırılıp, ona maddi manevi her türlü desteği veren Avrupa'ya, siyasallaşma sürecini başlatmaya gidiyordu Başkan Apo. Ama Cemil'in ömrü yetip de bunları görebilir miydi acaba? Yoksa onun deyimiyle, dağda bir TC kurşunu ile pisipisine ölür gider miydi? Bu olumsuz düşüncelerden sıyrılan Cemil, Başkan'ını bırakıp William'ın elini hararetle sıkarak, "Başkan'ıma çok iyi bakın, o sizlere emanet ha!" dedikten sonra, değerli(!) yolcusunu alan diplomatik plâkalı Mercedes, otoyola çıkıp son sürat özgürlüğe, batıya doğru akarcasına gidiyordu şimdi.
Cemil, son bir defa daha Başkan'ının arkasından baktı. Dağlar onu bekliyordu. Aracı kullanacak olan peşmergeye başı ile "Haydi loğ gidek!" dedikten sonra geri dönerek doğuya, dağlara doğru yöneldiler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...