Suuçtu'da hava erken kararıyordu. Bunun sebebi, burası derin bir vadi olduğundan, güneş daha ikindi vakti şelalenin batı yönünden gözden kaybolunca, mevsim yaz bile olsa, buralara hemen bir serinlik çöküyordu. İşte akşama doğru olan bu birkaç saat, günün en güzel saatleriydi. Ama hava iyice kararmaya başlayınca, el ayak çekildiğinde, etrafta bulunan vahşi hayvanlar buraya su içmek için gelirlerdi. Bu civarda en çok çakal ve tilkiler dolaşır, kendince geceleri avlanmaya çıkarlardı. İşte üç kişilik bir çakal ailesi, şelalenin havuzuna su içmeye inmiş, fakat tedirgin bakışlarla yaklaşamıyorlardı. Kayanın üzerinde, geldiklerinden beri hareketsiz yatan karaltı, onları ürkütüyordu. Kan kokusunu alıp cesaretlenerek, korkak adımlarla biraz yaklaşsalar da bir türlü suyun yanına yanaşamadıklarından sinirlenip, acayip sesler çıkararak ulumaya başlamışlardı. Şelalenin yukarıdan hızla dökülen sularının perde gibi gizlediği mağaranın ağzında, saatlerce hareketsiz duran, dökülen su perdesinin arasından, kayanın üzerindeki cesedi boş gözlerle seyreden bir siluet, hafifçe kıpırdadı. Bu, zavallı Şebnem'di. İnişe az kala kopan iple birlikte aşağıya kontrolsüz düşünce, kendiliğinden mağaraya doğru yuvarlanmış, çarpmanın etkisiyle bir müddet baygın kalmıştı. İşin ilginç yanı ise, şimdi hiçbir şey hatırlamıyordu. Uyandığından beri saatler geçmiş ama suların arasından gördüğü bu ceset, ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Sanki beyni bir arı kovanı gibi uğulduyor, kim olduğunu, burada ne aradığını düşünüyor, hafızasını toparlayamıyordu. Şimdi ise bu hayvanların garip bağırışları onu ürkütüyor, ne yapacağını bilmez bir halde, mağara duvarının dibine doğru iyice çekildi.
Bu arada hava karardığı halde Metin'le Şebnem'in hala dönmeyişi, Mehmet dayı ile Salim'i biraz tedirgin etmişti. Tura götürdükleri korumalar döneli saatler olduğu halde, onların bu saate kadar gelmemesi, hayra alamet değildi. Tamam, bazen kendilerine de zaman ayırıp, oralarda bir müddet daha kalıp eğlendikleri olmuştu ama neredeyse yatsı ezanı okunacak, hâlâ görünürde yoktular. Telâşla seslendi Mehmet dayı. "Salim, koş git Selahatin'i bul. Kamyoneti alsın gelsin. Bu çocuklar böyle geç saatlere kadar kalmazlardı hiç. Muhakkak başlarına birşey geldi. Telefon ile de aramadılar. Bu hayra alamet bir şey değil, hayırlısı."
"Başlarına bir şey gelmiş olmasın sakın?"
Sertçe tekrarladı Mehmet dayı. "Hadi ama Salim!" derken, Mehmet dayının gözleri çakmak çakmaktı.
"Hemen Mehmet dayı."
Salim kahveden koşarak fırlarken, Mehmet dayı da yanına gençlerden iki kişi daha alarak meydana geldi. Hemen az sonra Selahattin, yanında Salim'le kahve önüne geldiğinde, Mehmet dayı Salim'in yanına, iki genç de kamyonetin kasasına binip, hızla Suuçtu'ya doğru yola çıktılar.
Yıldızlı bir yaz gecesiydi... Araç farlarını yakmasa bile, dolunayın ışığı yolu aydınlatıyor, mehtabın ışığı ağaç gölgelerini alabildiğince uzatıp hoş görüntülerin yanı sıra, bazen ürkütücü şekiller de meydana getiriyordu. Suuçtu'ya vardıklarında aracı park yerine bırakan arama grubu, iner inmez herkes bir yerlere koşuşturdu. Kısa bir araştırmadan sonra herkes şelaleye doğru yürürken, bir taraftan da Metin'le Şebnem'in adını haykırıyorlardı. El fenerleri ile etrafa baka baka giden grup, piknik alanındaki ağaç masaların yanından geçip dere yatağına inerek, iyice şelalenin havuzuna yaklaşmıştı. Ay ışığında, şelalenin görüntüsü daha bir başka görünüyordu. Mehtapta sular gümüş gibi parlıyor, sularla yıkanan beyaz kayalar, daha bir belirginleşiyordu.
Salim heyecanla haykırdı. "Mehmet dayı, bak!"
Onun gösterdiği tarafa bakan Mehmet dayı, şelalenin hemen dibinde, kayanın üzerindeki karaltıyı görünce, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle önündeki ağaç kütüğünün üzerinden atlayıp, yarı beline kadar şelalenin havuzuna girmiş, kayanın üzerindeki karaltıya ulaşma çabasıyla suları yara yara gidiyordu. Yaklaştığında içi burkuldu. Korktuğu başına gelmişti işte. Bu kayada yatan karaltı, Metin'den başkası değildi. Suyun içinden kendini yukarı çeken Mehmet dayı, havuzun etrafından dolaşıp gelen diğerlerinin yardımıyla Metin'i oradan alıp, daha uygun bir yere çektikten sonra, onu orada bırakıp birkaç metre uzağına oturdu. O koskoca adam şimdi sesli sesli ağlıyordu.
Köylülerden biri usulca seslendi. "Mehmet dayı iyice baktın mı, ölmüş mü?"
Mehmet dayının onlara cevap verecek hali bile yoktu. Görmüş geçirmiş bu tecrübeli insan, daha Metin'i o kayadan alırken, onun bedeninin kaskatı olduğunu görünce, bakmaya bile gerek kalmadan öldüğünü anlamıştı zaten.
Mehmet dayı, zor duyulan ağlamaklı bir sesle "Şebnem kızımı arayın etrafta, çabuk!" diyordu.
Doğru ya. Şebnem de buralarda bir yerlerdedir. Mehmet dayıyı, Metin'in cesedinin yanında bırakan arama ekibi, etrafta dağılıp Şebnem'i aramaya başladı. Herkes canla başla araştırıyor, her kayanın her taşın altına bakılıyordu. Tüm ekip dere yatağının içine girip, acaba su sürükleyip bir yerlere sıkıştırmış mıdır diye, bakılmadık yer bırakmıyorlardı. Biraz daha dere yatağından aşağıya inip, eğer bulamazlarsa aramaya son vererek, yarın gündüz gözüyle devam edeceklerdi.
Mehmet dayı, aniden bir inilti sesi ile irkildi. Sanki yabani hayvan sesine benziyordu ama bu başka bir şeydi. Arada bir kulağına çakal ulumaları geliyordu ama bu öyle bir şey değildi. "Hayırdır?" diyerek etrafına bakındı. Ay ışığı olsa da burası dere yatağı olduğundan, etraf pek iyi seçilmiyordu. İşte yine o inilti duyuldu. Mehmet dayı yerinden ok gibi fırlayıp, şelalenin bir perde gibi inen soğuk sularına doğru atıldı. Tabi ya! Nasıl da düşünememişti. "Ah aptal kafam..." diye hayıflandı. Şebnem mağaradaydı. Oraya saklanmıştı garibim. İşte duvarın dibinde, kayanın çıkıntısına gizlenmiş karaltı, Şebnem'den başkası değildi.
Mehmet dayı hemen yanına koştu. "Şebnem... Kızım ben geldim bak, Mehmet dayın. Korkma."
Bu sırılsıklam, ıslak, çelimsiz vücudu bir çırpıda kucağına alan Mehmet dayı, yine mecburen şelalenin soğuk sularının altından ıslanarak geçip, kucağında Şebnem'le beraber dışarıya çıktı mağaradan. Recep'le diğerleri de koşuşturdular. Vücudu sıtma nöbetine tutulmuş gibi zangır zangır titreyen bu yavrucağın, biraz daha gelmeseler, üzerine yapışan ıslak giysilerinden zatürre olması işten bile değildi.
Mehmet dayı telâşla sağa sola bağırıyordu. "Salim! Selahattin! Çabuk buraya gelin."
Şebnem'in başını tutarak yüzüne baktı Mehmet dayı. Sadece boş boş bakan bir çift göz ona bakıyordu, o kadar. Gözlerde ne korku ne heyecan ne birşey. Çok kötüydü... Bomboş bakıyordu sadece. Korktuğu başına gelmişti Mehmet dayının. Bu kızcağız, yaşadığı travmadan aklını yitirmişti. İnşallah iyileşirdi. Ama şimdi bunu düşünmenin sırası değildi. Bir an önce onu hastaneye yetiştirmeleri gerekiyordu. Salim'le Mehmet dayı Şebnem'i taşırken, diğer iki genç de Metin'in cesedini kamyonetin kasasına koymakla meşguldü. Mehmet dayı, Şebnem'i piknik masalarından birinin üzerine dikkatlice yatırdı.
"Selahattin, kamyonetin koltuğunun arkasındaki battaniyeyi bana getirir, çabuk!" diyerek seslendi ileriye doğru.
Getirilen battaniyeyi piknik masanın kenarına koyan Mehmet dayı, grubu birkaç dakikalığına Şebnem'in başından uzaklaştırdı. Ardından kendisi de gözlerini kapatarak, Şebnem'in üzerindeki ıslak giysilerin tümünü çıkarıp attı. Şimdi kalın battaniye ile titremesi artan bu körpe vücudu sertçe ovalayıp iyice kuruladı. Vakit geçirmeden, bu defa battaniyenin tersi ile sıkıca sarıp sarmalayıp kucağına alarak, kamyonetin şoför mahalline taşıdı. Olayı uzaktan izleyen grup, Mehmet dayının işini bitirdiğini görerek kamyonete bindiler ve köyün yolunu tuttular.
Yolda giderken Mehmet dayı, bu kazanın nasıl meydana geldiğinin hesabını yapmaya çalışıyordu. Her ikisi de çok iyi birer tecrübeli dağcı olduğundan, bir kazaya ihtimal veremiyordu. Hadi birisi hata ile düştü. Ama ikisinin de düşmesi biraz garipti. Başlarına ne gelmişti? Onlar buradayken korumalar yanlarında değil miydiler? Niye yardım etmediler de kaçar gibi gittiler? Şimdi bunları düşünecek zaman değildi. Bir an önce hastaneye yetiştirmeliydiler. Oradan da jandarmaya uğrayıp olayı anlatırlardı. Adliyeden gelecek ekip, bu kaza konusunda nasıl olsa bir inceleme başlatacaktı.
Aracı kullanan Selahattin sordu. "Ne dersin Mehmet dayı bu işe?" diyen Selahattin'in sorusu havada asılı kalmıştı. Mehmet dayı onu duymuyordu. Evlatları gibi sevip benimsediği, bu iki gençten biri kamyonetin kasasında cansız yatıyor, diğeri ise kucağında titreyerek, akıl sağlığını yitirmiş şekilde, boş gözlerle, tepkisiz, onun yüzüne öylece bakıyordu.
Köye yaklaşıldığında Selahattin aracı köy içine, Metin'in evine doğru yöneltince Mehmet dayı, "Eve gitmek vakit kaybı," deyip, kahvelerin önünde durmasını söyledi. Metin'in cesedini orada kamyonetten indirip, merakla bekleyen köylülere teslim ettiler. Kısa bir açıklama yapıp, Selahattin'le birlikte, Şebnem yanlarında olduğu halde, hızla kasabanın yolunu tuttular.Onlara saatlerce gelen, on beş dakikalık hızlı bir yolculuktan sonra, hastaneye gelmişlerdi. Şebnem'i içeri aldıklarında, acil servisin kapısında yarım saatlik bir bekleme, Mehmet dayıya çok uzun gelmişti. En nihayetinde, sedye şeklindeki yatakla birlikte, başucunda serum şişesi sallanır halde, Şebnem acil çıkış kapısında göründü. Hastabakıcı sedyeyi asansöre doğru iterken, 'bunun yakınları kim' diye sormadan Mehmet dayı ve Selahattin hemen koşup, hep beraber sedyeyi asansöre bindirdikten sonra, Selahattin'i Şebnem'in yanında bırakıp, Mehmet dayı tekrar acile indi. Acil de olsa, burası küçük bir kasaba olduğundan, içerisi sakin sayılırdı. Sadece köşedeki yatakta yatan birisi vardı, koluna sargı yapıyorlardı.
Mehmet dayı içeri girdiğinde, şapkasını eline aldı ve masada kayıtlarla uğraşan, beyaz önlüklü birinin yanına gitti, "Oğlum bakar mısın?" dedi tedirgin bir sesle. "Biraz önce genç bir kız getirdik. Yukarıya çıkarmışlardı, durumunu öğrenecektim."
Gözlüklerinin üzerinden baktı memur ona doğru. "Sen nesi oluyorsun?" diye sorunca, Mehmet dayı boynunu büktü. "Hiç, köylüsüyüm," dedi. "Onu öylece bulup apar topar getirdik işte."
"Tamam, benimle gel. Doktor bey seni görmek istiyordu."
Mehmet dayı, bu beyaz önlüklü genci takip ederek, acilin içinden boydan boya geçip, başka bir odaya geldi. Genç, kapıyı tıklatıp başını içeri uzattı. "Doktor Bey, yakınını getirdim deminki hastanın."
Önündeki vizite kâğıtları ile uğraşan, bu kırk beş yaşlarında, hafif kır saçlı, tombulcana doktor, gözündeki okuma gözlüğünün üzerinden bakarken, 'gel gel' şeklinde bir işaret yapmıştı. Bu arada önünde yığılmış olan belgleri imzalamakla meşguldü. Şimdi Mehmet Dayı içeri girmiş, elindeki sekiz köşe şapkasını önüne tutmuş, terbiyeli bir şekilde bekliyordu. Doktor, önündekileri imzalamayı bitirince başını kaldırdı.
"Gel amca gel... Otur hele."
"Sağol oğlum."
"Sen bu bayanın yakını mısın?"
"Evet... Köylüsüyüm."
"Yani dayı, akrabası filan yok mu?"
Mehmet Dayı yutkundu. "Kocası vardı, o da aynı kazada öldü."
"Ne kazası?"
"Bilmem doktor bey, herhalde kayalıklardan düşmüşler."
Doktor, önündeki kâğıtlara bakarak, "Dediğin doğru," dedi. "Bir yerlerden düşmüş olduğu açıkça belli oluyor. Vücudunda bazı yara bereler var ama önemsiz. Biraz ayağı şişmiş, sardık. Merak etmeyin, kırık falan yok." diyerek rahatlattı onu. "Ama en önemlisi, hafıza kaybına uğramış. Çok kötü bir travma atlatmış, geçmişi ile ilgili bilgi veremiyor. Daha doğrusu hiç konuşmuyor. Adını bile öğrenemedik."
"Adı, 'Şebnem' doktor bey."
"İyi... Soyadı?"
"........"
"Amca, bunun bir soyadı yok mu?"
"Vallahi doktor bey... Ne bileyim, vardır herhalde. Ama ben onu hep 'Şebnem kızım' diye çağırdığımdan, soyadını sormak hiç aklıma gelmedi."
Anlaşıldı... Bu yaşlı adamın pek bilgisi yoktu bu kız hakkında. Doktor önündeki kâğıtlara birşeyler karaladı. "Bak amca serumu bitsin, bunu Bursa Devlet Hastanesine sevk edeceğim. Burada onun için daha fazla yapabileceğimiz başka bir şey yok. Dua edelim de hafızası yerine gelsin. Siz şimdi hastane polisine gidin, ifade verin. Mademki bir kaza olmuş, olayda bir de ölü var. Bak, polisin odası orası. Hadi geçmiş olsun."
"Allah razı olsun oğlum."
"Senden de amca, senden de..."
Mehmet dayı, ifade vermek için polisin odasına giderken koridorda Selahattin'le karşılaştı, "Mehmet dayı, ben de seni arıyordum," dedi ona. "Yukarıya, Şebnem'in yanına polis geldi. İfade mi ne alacakmış."
Mehmet dayı da "Tamam tamam. Meraklanma, ben şimdi hallederim. Sen git kızın başında dur. Ben burdayım, birşey hatırlar gibi olursa, koş gel bana haber ver." deyince, Selahattin yukarı çıkmak için merdivenlere yollanırken, Mehmet dayı da ifade için polisin odasına giriyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...