Emlâkçı Şebnem

2 1 0
                                    

     Şebnem buradaki işine iyice alışmış, ortalığı temizliyor, gelen müşterilere çay kahve servisi yapıyor, eli yatkın olduğundan, boş kalınca da bilgisayar başına geçip, müşteri kayıtlarını tutuyordu. Şükran Hanım'ın, onun bu hamaratlığından pek memnun olduğu gözlerinden okunuyordu. Şebnem'in uğurlu eli değdiğinden mi nedir, dükkâna bambaşka bir hava gelmişti.
     "Selin! Hadi kızım çık artık mutfaktan, okula geç kalacaksın."
     Tabii ya, o okula gidiyordu değil mi?
     "Tamam Şükran teyze... Şu kirli bardakları çalkalayıp, hemen çıkıyorum."
     Bu okul işi de iyi olmuştu. 'Okula gidiyorum' deyip, İstanbul'u bir güzel geziyor, her yerini öğreniyordu. Burası sanki şehir değil, koskoca bir ülkeydi. Gez gez bitmiyor. Şebnem ilk önceleri rastgele geziyordu. Sonra baktı ki olmayacak, kendine bir plân yapıp gezdiği yerleri not alıyor, ertesi gün nerelere gideceğini, daha bir gün önceden plânlamış oluyordu. Şükran Hanım, akşam olup da dükkânı kapayıp hasır panjuru indirip gittikten sonra, Şebnem de içeriden kapıyı bir güzel kilitliyordu. Çünkü burası İstanbul'du, azıcık açık verdin mi yandın... Donunu eline verirler de anlayamazsın bile. O yüzden, çok dikkatli davranıyordu.
     Şimdi güven içinde, saatlerce internetin başında kendince yararlı siteleri dolaşıyor, öğrenmeye aç bir yapısı olduğundan, yaşıtları gibi 'chat' yapacağına, o devamlı yeni bilgilerle kafasını doldurmakla meşguldü. Ama arada sırada tehlikeli yerlere de bakmadan edemiyordu. Bir keresinde şeytana uyup porno sitelerine girmişti de... Aman Allahım! Ne rezilliklerdi onlar öyle. Bunları görünce insanın o işten(!) tiksintisi geliyordu. Ama hemen toparlanıp yine kendi dünyasına dönüyor, uykusu gelene kadar tuşların üzerinde geziyordu parmakları. Sonra da işin suyunu çıkarmadan, tadında bırakıp yatağına gidiyordu.

     Kötü günler artık geride kalmıştı. Şebnem için İstanbul günleri bir çırpıda geçiyordu. Dükkândan arta kalan zamanda, yazın her yeri gezmişti. Kırk yıllık İstanbullu bile onun kadar yer gezmemiştir. Ne adalar kaldı ne varoş semtler... Ayak basmadık, görmedik yer kalmadı. Şimdi yavaş yavaş kışın kendini göstermeye başladığı şu günlerde, kendine oyalanacak bir şeyler bulmalıydı. Çünkü okullar başladığından, bu karda kışta gideceği bir yeri olsundu. Geçenlerde gezinirken internette rastlamıştı. Aikido mu nedir, Uzakdoğu savunma sanatıymış. İlgisini çekmesinin sebebiyse, bu spor kilo ve boy ile dezavantaj teşkil etmediğinden, tam ona göre olmasıydı. Bu düşüncelerle, yürüyerek önünden gelip geçerken gördüğü, yolunun üzerinde olan bu spor salonuna ürkek adımlarla girdi. Zemin kattan aşağı, bodrum kata inen dar merdivenin sonunda, ummadığı bir şekilde geniş ve ferah, onu hayrete düşüren modern bir salonla karşılaşmıştı. Etraf sade ve alabildiğine genişti. Bu ferahlık, İnsanda bir rahatlama duygusu uyandırıyordu.
     Birden omuzuna dokunan bir el ile irkildi... "Buyurun, ben yardımcı olayım."
     Japonlar gibi saçlarını tepesinden bağlanmış, geleneksel aikido kıyafetleri içinde, uzun boylu, güleç yüzlü bir gençti bu.
     "Ee... Şey, ben kayıt için gelmiştim de..."
     "Tabii, şöyle odaya geçelim lütfen."
     Şebnem o gün kayıt yaptırdıktan sonra, sadece seyretmek amacıyla biraz oyalandı. Gereken malzemeleri alıp, ona ayrılan dolaba eşyalarını yerleştirdikten sonra salondan ayrıldı.

     Çalışmalara başladığında biraz çekingendi ama hocasının gayretiyle çekingenliği hızla üzerinden atıp, kendini göstermeye başladı. O kadar hırslıydı ki çok zor hareketlerde bile hoca, "Bunu kim gösterecek" deyince kimse cesaret edemezken bu sıska kız kurusu, "Ben hocam" deyip bir adım öne çıkıyor ve hocasının haklı gururunu kazanıyordu. Bir ayı geçkin süredir hiç derslerini aksatmayan Şebnem, herkesten önce kuşak sahibi olmuştu bile. Çalışanların hepsi bu sıska kızın hırsına, cesaretine hayrandılar. Birebir çalışmalarda herkes onunla eşleşmeye can atıyordu. Çünkü bu dövüş sanatında o sadece rakip değil, deyim yerindeyse aynı zamanda iyi bir öğretmendi de.

     Şebnem odasında uzanmış kitap okurken, birden eski günler aklına geldi... Sırtından bir ürperti geçti. Üzerinden bir hayli zaman geçse de katiller onu kesin arıyorlardır. Bu olumsuz düşüncelerle, okuduğu kitabı kenara koyup, stres atmak için bilgisayarın başına oturdu. Her zaman işler böyle güllük gülistanlık gitmez. Eğer o haydutlardan tekrar kaçıp izini kaybettirmek istese ne yapacaktı? Muhakkak uygun bir plânı olmalıydı. Geçenlerde bir filmde görmüştü, kendisine çeşit çeşit sahte kimlikler yapmalıydı. Aslında bu iş için, dükkânda bol miktarda malzeme vardı. Türkiye'nin her vilayetinden çeşitli bayanlara ait kimlik bilgileri, bilgisayarda onun emrindeydi. Şimdi ciddi bir çalışma başlatmıştı. Önce kendi tipine, yaşına uygun bir kimlik seçip tarayıcıdan geçirdiği kimliğini photoshopa aktardı bir güzel. Tek hareketle üzerindeki bilgileri sildi ve olmak istediği kişinin bilgilerini klavyede yazarak yazıcıya gönderdi. Kimliğinin arkasına da aynı işlemi uyguladığında, renkli alınan çıktıda, arkalı önlü sahte bir kimliği olmuştu. Makasla kenarlarını düzgünce kesip, her iki kâğıdı sırt sırta dikkatlice yapıştırdı. 'Yarın bunu kalın bir naylonla kaplattım mı, tamamdır' dedi içinden. Yarın başka bir isim altında, değişik bir kimliği daha olacaktı.
     Yalnız ertesi gün kimliği kaplatmaya gittiğinde, kırtasiyeci dükkânındaki yaşlı adam, kimliklerin renkli fotokopi ile çoğaltılıp kaplatılmasının yasak olduğunu söyledi. Bu fotokopiyi kimin çektiğini sorunca da evde kendinin çektiğini, orijinalini kaybetmekten korktuğunu geveleyip, işi geçiştirdi. Kırtasiyeci, "Bu defalık kaplıyorum" diyerek, renkli fotokopi kimliği kalın iki parça naylonun arasına koyup, sıcak makineden geçirdi.
     Şebnem bu işi kafasına koymuştu bir kere... Bu gibi engeller onun gözünü korkutamazdı. Böyle daha bir sürü kimlik yapacak, ayrıca uygun gördüğü kimliklere de ehliyet, öğrenci kartı vs. düzenleyecekti. Anlaşıldı, yarından tezi yok, bir de şöyle küçüklerden, kimlik kaplama makinesi almalıydı.

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin