Şubat ortalarına gelindiği bu günlerde, Uludağdaki kar kalınlığında eskiye nazaran azalma olmamıştı. Senenin bu ayından itibaren kar yağmayacağını bilen müşteriler otelleri doldurmuş, bu senenin Uludağ eğlencelerinden geri kalmamak, İstanbul sosyetesinde anlatacak bir şeylerinin olmasını sağlamak açısından, bir dakikalarını bile boşa harcamıyorlardı. Ee, onların da işleri bu... Birkaç ay sonra da ver elini Marmaris, Bodrum. Türkiye'nin kaymağını yiyen yüzde onluk elit tabakanın yüzde doksanı burada, kalan yüzde onu da Avrupa'daydı. Haa bir de günübirlik turlarla gelen veya eski külüstür bir otobüs kiralayan, garibim üniversite öğrencileri vardı. Otobüsü yol kenarına çekip, sağda solda karların üzerinde mangal yakarak, soğuktan titreşen serçeler gibi ateşin karşısında bekleşiyorlar ki usta aşçı edasıyla sucuk pişiren arkadaşının veya okuldan sevgilisinin, sözüm ona pişirmeye çalıştığı, yarısı pişmiş yarısı çiğ, çok değerli bir parça sucuğu versin diye. Ondan sonra da dönüşlerinde, pek azı doğru, birçoğu palavra, ballandıra ballandıra anlatacak birer Uludağ hikâyesi olurdu hepsinin. Tabii ki yarısı nezleden, gripten yataklara düşmezlerse.
Fakat sosyete diye geçinenler, kocalarından on beş gün Uludağ tatili koparıp buraya gelince bayram ederlerdi. Çünkü bu on beş gün, onların kayak hocaları ile gözlerden uzak, rahat rahat kaçamak yapacakları ideal yerdi burası. İşin en güzel yanı ise, tatilin sonunda kimse kimseyi tanımayacak olmasıydı. Alınıp kullanılan telefon kartları, buradan ayrılırken kırılıp atılırdı. Zavallı yeni yetme kayak hocaları da 'İstanbullu zengin manita yaptım' diye arkasını aramaya çalışır ama nafile. Öyle bir telefon hattı hiç kullanılmamıştı, yoktu. Ama eski kurt hocalar, eski tecrübelerinden bunu çok iyi bilir, yeni yetme meslektaşlarının bu durumuna kıs kıs gülerlerdi. Kocaları da hanımlarının bu Uludağ tatilini kendileri açısından boş geçirmez, tabi ki onların da canlarına minnetti bu durum. Onlar da çıtır sekreteriyle, ne bileyim fidan gibi sevgilisiyle ver elini Avrupa'ya iş görüşmesine(!)
Sırtlan, ismi Uludağ'a gezmeye gelenlere farklı anlamlar çağrıştıran bu hotelin geniş ahşap balkonundan, sırtını ısıtıcılara dönmüş şekilde, dışarıda düşe kalka kayak öğrenmeye çalışan Celal'e bakıp eğleniyordu. Celal inat etmiş, 'Bu kayak işini çoluk çocuk bile beceriyor da ben nasıl yapamam' deyip hırsla inatla çalışıyor, iki metre bile gidemeden kendisini tepesi üstü karların içinde buluyordu. Kayak hocası da alacağı paranın hesabını yaptığından, yeteneksiz öğrencisini ha bire yüreklendirmeye çalışsa da... Hayır, olmayacak. Ee, kabiliyet sıfır.
Sırtlan, hotelin camından Celal'in bu hâline katıla katıla gülüyordu. "Celal! Gel artık oğlum, baksana hoca helâk oldu seni tutayım derken." dese de illâ ki bu kayma işini öğrenecekti. "Yok Abi, gelmiyorum. Ben bu işi kıvıracağım." diyordu inatla. Sırtlan, elini sinek kovarmış gibi sallayıp "Sen bilirsin..." diyerek, iki gündür arkadaşlık yaptığı, karşısında oturmakta olan eskort kızın şerefine kadeh kaldırdı. Sırtlan istese, tatil yapmakta olan, ona sırnaşan sosyete hatunlarından birine yazılırdı ama neme lazım, bir falsoda kimliği açığa çıkar da bu işlerinin arasında bir de onunla uğraşmak zorunda kalırdı. Ama bu kızlar öyle mi? Kaç günlük istersen bas parayı al. Kasaptan et alır gibi. Yağlı mı, yağsız mı, az kemikli mi, löp et mi? Nasıl istersen, çeşit çeşit. Yedikten sonra at çöpünü gitsin. Senden sonra başka bir it hemen bulur, kapar zaten.
Bu düşüncelerle alevlenen cinsel isteğini bastırmak için, kızın narin elini tutup ayağa kalkınca, görevinin bilincinde olan eskort kız, yüzüne o şehvet maskesini takmış bir şekilde, tüm işvesini kullanarak Sırtlan'ın beline sıkı sıkı sarılmış, beraber üst katın yolunu tutmuşlardı bile.Sırtlan son iki gündür, bıkmadan usanmadan bu fanteziyi tekrarlıyordu; Üst kattaki yatak odasının kayak pistlerine bakan, ama dışarıdan içerisi gözükmeyen panoramik simsiyah camlara kızın ellerini dayayıp onunla öylece sevişmek. İnsanlar sürüler halinde karşı yamaçtan hızla üzerlerine doğru kayarak gelirken, onlara yaklaşıp pencere hizasına geldiklerinde, istemeden de olsa hotelin ayna gibi parlayan pencerelerine bakıyorlar ve sevişme anında bu Sırtlan'ı müthiş heyecanlandırıyordu. Sanki bu kadar insanın gözü önünde bu aşifteyi beceriyordu. İnsanlar yaklaştıkça Sırtlan hızlanıyor, kızı hırsla cama bastırıyor, camın arkasından kızın o çaresiz, cama yapışmış hâli görülüyormuş hissini düşündükçe ayrı bir zevk alıyordu.
Yine öyle hızlı bir sevişmenin tatlı yorgunluğu ile kendini pervasızca, çırılçıplak bir şekilde yatağın üzerine sırt üstü atan Sırtlan, tatmin edilmiş ruh hali ile hafif hafif yorgunluk iniltileri çıkarıyordu. Bu arada görevini tamamlamaya uğraşan 'beden işçisi' de bir kedi sırnaşıklığı ile tekrar sokuluyor, Sırtlan'ın yüzüne, saçlarına, en mahrem yerlerine ateşli öpücükler kondurup işini ustalıkla yapıyor, tüm hünerlerini sergiliyordu adeta.Birkaç günlük Uludağ kaçamağı derken, neredeyse ayın yarısını devirmişlerdi. Celal bile o bilinen hırsıyla, Sırtlan'ın tüm alaylı konuşmalarına karşılık kaymayı iyice öğrenmiş, yaptığı slalom hareketleriyle keyifli bir şekilde yamaçtan aşağıya doğru süzülmenin keyfini çıkarıyordu. Celal de burada bulunmaktan zevk almaya başlayınca, kısa tutmak istedikleri Uludağ kaçamağı, kendiliğinden uzayıvermişti.
Orospu kasığında sabahlanan bir günün ortalarına doğru, sehpanın üzerindeki cep telefonu yine bildik melodi ile çalmaya başlayınca, üzerindeki etten çıplak örtüyü(!) kenara iten Sırtlan, vakit kaybetmeden telefona koştu. Göz işareti yapılınca odadan çıkması gerektiğini anlayan sarışın hatun, yatak çarşafını üzerine doladığı gibi, öbür odaya geçti. Onun arkasından bir daha bakan Sırtlan, konuşmaya başladı "İyi günler efendim, sizler nasılsınız? Eh işte, sayenizde..."
Yalnız eski telefon konuşmalarına benzemiyordu bu konuşma. İki Numara konuştukça Sırtlan'ın yüzü asılıyordu. Son cümleden sonra, yüzü bir anda kararır gibi oldu. İki Numara'nın söylediklerinin hoşuna gitmediği gün gibi aşikârdı. Uzun süre karşısındakinin sözünü kesmeden dinledi. O bir emir kuluydu sadece. "Anladım efendim. Yoo, yo... Hiç önemli değil efendim, zaten haddinden fazla kaldık bile burada, sağolun. İyi günler."
Sırtlan'ın emriyle odalarındaki bayanları bir taksiye bindirip Bursa'ya yollayan Celal, yine önemli bir iş çıktığını sezip salona geldiğinde, Sırtlan'ı odada bekliyor buldu. Canı sıkkın gibi konuştu Sırtlan. "Oğlum ben sana demedim mi bize rahat yüzü göstermezler diye! Rahip cinayetinin medyada yeterince ilgi görmediğini söylüyormuş Bir Numara. En yakın zamanda çok daha iyi ses getirecek bir iş daha bitirmemizi istiyorlar."
"Abi sen demedin mi bu olaydan sonra, artık beş altı ay rahat ederiz diye" dediğinde, canı sıkılmıştı zaten Sırtlan'ın. Nerdeyse hırsını Celal'dan çıkaracaktı. "Salak salak konuşma! Bu tepedekilerin önceden ne bok yiyeceği belli oluyor mu Allahaşkına?" Ama kaz kafalı Celal, sabrını zorluyordu illâ ki. "İyi Abi de daha on beş gün falan ancak oldu biz işi devireli."
"Ben de biliyorum anasını satayım da söyleyebiliyor muyuz sanki! Bildiğin gibi işte. İt ite buyurur, it kuyruğuna misali... Tövbe estağfurullah!"
Sırtlan'ın sinirli halini bildiğinden, daha da üzerine gitmekten vazgeçti Celal. "Abi şey... Yeni işten bir şey çıtlattı mı acaba?"
"Yok... Önemli bir şey iletmedi. 'Siz sadece İstanbul'a dönün, biz size gereken bilgileri vereceğiz. Ortam oluşunca da benimle bir buluşma ayarlanıp detayları anlatacağım' dedi." Dişlerinin arasından galiz bir küfür fırlattı Sırtlan. "Her zamanki gibi boktan buluşmalardan biridir." diye sözünü bitirdi. Sonra hatırlar gibi, "Haa, sahi. İş Ankara'da bitirilecekmiş galiba," diye söylendi kendi kendine. "Tam net bir şey demedi ama öyle ima edermiş gibi geldi bana. 'Buluşmayı da siz Ankara'ya yerleştikten sonra yaparız' dedi sanki."
Celal boynunu büktü, "Tamam Abi, ne yapalım? Bizim işimiz bu. Gel, gel... Git, git." deyince, "Hadi Celal hadi. Söylenmeyi bırak da çocuklar toparlansınlar. Onlar da antrenmansızlıktan hamlaştılar. Şuraya bak, Nusret duba gibi olmuş baksana." dedi Sırtlan morali bozuk bir şekilde. Koruma Nusret, diş fırçası elinde banyoya doğru geçerken, onu işaret edip konuştuklarını görünce, soran gözlerle baktı. 'Buyur Abi, bir emrin mi var' diyecekti, vazgeçti. Kızdırmaya gelmezdi Sırtlan'ı. Yürüdü gitti.
Celal eşyalarını toplamak için yan odaya geçerken, Sırtlan da nikelajlı, pırıl pırıl yanan Smith Wesson'u sehpanın üzerine koymuş, çantasından çıkardığı silâh bakım setinin harbisi ile namluyu temizlemeye hazırlanıyordu. Çünkü namlunun ucunda yaşayanların silahı, her zaman bakımlı ve temiz olmalıydı. Silâh, onun en yakın, hatta birinci dostuydu. 'İnsana zamanı geldiğinde bir mermi yeter, fazlasına gerek yok. O da zamanı geldiğinde patlasın ve doğru hedefe gitsin' derdi Sırtlan.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...