Köy mezarlığı yakınında toplanan kadınlar, bu genç gelinin cenazesi camiden erkekler tarafından, namazın kılınmasından sonra çıkarılmasını beklerken, her kafadan ayrı ses çıkıyordu. Feryat figan ağlayan yakınlarının aksine, ölen genç gelinin arkadaşlarının ağzını bıçak açmıyordu. Şebnem, köyde kadınların arasında yeni de olsa, ondan bir dertlerini, sıkıntılarını saklamazlar, söylerlerdi. Onun şehir gelini olduğunu bildiklerinden, aile içi çözemedikleri bir sorunları varsa, ona danışırlardı. Böyle kaç yuvayı yıkılmaktan kurtarmıştı. En ufak bir kavgada baba evine kaçmaya niyetlenen kaç körpe gelin, onu dinleyip direnmiş ve şimdi mesut, mutlu bir şekilde gül gibi geçiniyordu. Ama bu Hasibe'ye bir hâller olmuştu. Evleneli beş seneden fazla olduğu halde çocuklarının olmayışı, önceden gizli gizli dillendirilen 'kısır gelin' söylentisi artık orada burada, çeşme başlarında, aleni yüzüne karşı söylenmeye başlanınca, hayata küsmüştü sanki. Bunu gören Şebnem, Hasibe'yi himayesi altına almış, bu türlü yakıştırma yapanları önceleri kibarca uyayırken, bazen sivri dilini çıkarıp haşladığı bile olmuştu. Kaç kere kocası ile birlikte Hasibe'yi evlerine çağırıp, Metin'le beraber uzun uzun konuşmalar yapmış, yaşlarının daha genç olduğunu, artık tıbbın buna çareler bulduğunu, yine de olmazsa masrafları onların karşılayarak, tüp bebek yaptırabileceklerini anlatmışlardı.
Ama son zamanlarda köyde çıkan bir dedikodu yüzünden, Şebnem istemeyerek de olsa Hasibe'nin bir daha evlerine gelmemesini rica etmiş, bunun suçunun da o olmadığını ona anlatmaya çalışmıştı. Çünkü evlendiğinden beri geçen beş senedir hamile kalamayan Hasibe'nin adetten kesilmesi, önceleri yaşadığı ağır strese yorulduysa da birkaç ay geçince hafiften karnı belirgenleşmeye başlayınca, Şebnem başta olmak üzere herkes bu duruma sevinmişti. Ama dedikodu kumkumaları her yerde olduğu gibi burada da boş durmuyorlardı. 'Neymiş, şimdiye kadar çocuğu olmayan kısır gelin, Metin'lere gide gele kendine bir güven gelmiş, bir afra bir tafra, kasılmalarından geçilmemekteymiş. Ee, olacağı buymuş sonunda sen genç adamın evine sık sık gidersen.' Tövbe tövbe... Bu tür konuşmalar Hasibe ve kocasını üzdüğü gibi, en çok da Şebnem'i üzmekteydi. Kendi kocasına, Metin'ine o kadar güveni vardı ki! Sonunda, Hasibe'nin elin adamından çocuk bile peydahladığı her yerde dilden dile dolaşmaya başlayınca, gelip gitmeler kesilmişti.
Geçen gün Metin'le Mehmet dayı kahveden erken çıkıp eşek ahırlarına giderlerken, yanlarında iki adamıyla birlikte Süslü Necati'yle karşılaştılar. Yanındakilere güvenip kabadayılık yapan, bu bir sıkımlık canı ya var ya yok insan müsveddesi Necati elleri belinde, sözüm ona dalga geçiyordu. "Ooo, eşekçiler... Uğurlar ola, uğurlar ola," diyordu sırıtarak. "Nereye böyle erkenden? Kahveden erken kaçmışsınız?" dediğinde, Mehmet dayı olacakları anlamışçasına huzursuzlaştı. "Metin gözünü seveyim uyma şu sütü bozuğa " deyince Metin görmemiş gibi davranarak yanlarından geçerken, Necati bizzat önüne geçerek dikilidi. "Oğlum, ahırda bir sürü dişi eşeğin var, yetmiyor mu da elin körpe karılarını ayıklıyorsun lan!" deyince, Metin'in yüzünden terler boşanıyordu şimdi. Süslü Necati, yanındaki iki adamına güvenerek o sıska vücudu ile karşısına geçmiş, elini beline dayamış pis pis sırıtırken, yanındaki irikıyım iki arkadaşı da olacaklardan Necati'yi kollamak için aportta bekliyordu. Metin, Şebnem'le Gülhane Parkı'nda gezerken yaptığı kavgadan başka hiçbir kimse ile bir daha dalaşmamıştı. Birden o gün aklına geldi, gözleri kısıldı, gözlerinin önünde durmakta olan sırıtık maske şeklindeki yüzün ortasına, kafasını olanca gücüyle geçirdi. O kadar sert vurmuştu ki sanki kendi kafatasının çatladığını düşündü. Hatta 'çat' sesi bile gelmişti. Ama o sesin, Necati'nin burun kemiğinin kırılma sesi olduğu, hastanede anlaşılacaktı. Artık Metin'i tutabilene aşkolsun. Aynı Gülhane Parkı'nda olduğu gibi, sırtüstü yere düşen Necati'nin göğsünün üstüne oturmuş, Allah ne verdiyse... Yüzüne gözüne, neresine gelirse gelsin vuruyor, vuruyordu. İlk şaşkınlıklarını atlatan Necati'nin adamları da Metin'i Necati'nin üzerinden koparmaya çalışıyorlar ama ne mümkün. Baktılar olacak gibi değil, onlar da Metin'e vurmaya başlamışlardı. Metin ise vücuduna gelen darbelere aldırmadan habire vurmaya devam ediyordu. Bu sırada, Metin'e saldıranlara elindeki bastonuyla müdahale etmeye çalışan Mehmet dayının hâli görülmeye değerdi doğrusu. O ihtiyar haliyle sanki kaplan kesilmiş, elindeki bastonu öyle bir ustalıkla kullanıyordı ki... Bir ona bir buna vurarak iki genci sindirmeyi başarmıştı sonunda. Bu arada, öfkeden deliye dönmüş Metin'i de omuzundan sarsarak, Süslü Necati'nin üstünden zorlukla alan Mehmet dayı, az da olsa kavganın önünü kesebildi.
Kahveden koşup gelenlerin de yardımıyla Süslü Necati adeta oradan kaçırılmış, Metin'i sakinleştirmek de Mehmet dayıya düşmüştü. "Oğlum Metin'im tamam, sakinleş," diyordu zor nefes alarak. "Bak, götürdüler onu. Cezasını buldu, boşver. Hadi biz eve gidelim de şu yüzüne gözüne buz falan koyup pansuman yapalım." dese de onu sakinleştirmek o kadar kolay değildi. "Bırak Mehmet dayı ya! Gidip o şerefsizi öldüreceğim. Yatabildiğim kadar da hapis yatarım. Namus meselesi bu," diyordu bağırarak. "Nasıl böyle şey diyebilir? Ben Hasibe'nin kocası Ahmet'in yüzüne nasıl bakarım şimdi?"
Metin'in koluna giren Mehmet dayı, adeta kahveye doğru sürüklüyordu onu. "Metin'im tamam... Biz seni de biliyoruz, o dürzüyü de."
Kahveden gelenlerin yardımıyla, Mehmet dayı ile beraber Metin'i eve götürüp, yüzündeki kanları silip temizlediler. Hemen yaralarına buzla kompres yapsalar da Metin'in yüzü gözü şişmiş, dudağı patlamış, sol kaşının üzeri hafif yarılmış, ince bir kan hâlâ sızıyordu. Şebnem olaylara bir anlam veremiyor, evde şaşkın şaşkın bir Mehmet dayıya bir Metin'e bakıyordu.
Apar topar kasabaya götürülen Süslü Necati'nin durumu ise daha kötüydü. Burun kemiği unufak olmuş, kaşına dört dikiş atılmış, alt dudağı iki yerden patlamış, yüzünün her yanı mosmor vaziyetteydi. Doktarlar, kırılan burnu için Bursa'ya sevkini istiyorlardı. Çünkü burada yapılacak hiçbir şey yoktu. Tıp Fakülte'sinde burun estetiği yapılmak zorundaydı. Şaka bir yana, aslında bu Necati için bir bakıma kısmetti. Sivri, biçimsiz, kemerli burnunun yerine, fırsattan istifade güzel bir burun yapılacaktı belki de. Bu arada hastane polisi ifade alırken, onu hastaneye götüren köylülerin uzaktan gözdağı ile Necati'nin kimseden şikâyetçi olmadığını, aralarında bir kız kavgasından dolayı sürtüştüklerini beyan ederek, tutanağa imzasını atması sağlanmıştı.
Bu durum Şebnem'i rahatsız ediyordu. Hem kocasının aleyhine yok yere asılsız dedikodular üretiliyor, hem de kadınlık gururu çiğneniyordu. Hasibe'nin kocası Sarıların Ahmet'in durumu ise daha içinden çıkılmaz bir haldeydi. İşte köy bu dedikodular ile çalkalanırken ansızın bir gece, kocası Hasibe'yi apar topar hastaneye götürmüş, bir gün sonra da ölüm haberi gelmişti talihsiz gelinin. Dedikodulara daha fazla dayanamayan Hasibe, neredeyse intihara eşdeğer bir girişimde bulunmuş, eski usüllerle çocuk düşürmeye kalkmıştı kendi kendine. Zavallı, kanamasını durdurmayı beceremediğinden halsiz düşüp bayılmış, kocası kahveden döndüğünde onu baygın bir şekilde, kanlar içinde yerde yatar vaziyette bulmuştu.
Şebnem akıllı kızdı. Bu işte bir bit yeniği vardı ama ne? Bu kadın hamile kalabildiğine göre, demek ki çocuklarının olmayışı kocasından kaynaklanıyordu. Yani Sarıların Ahmet kısırdı. Eee... Adı Şebnem olduğuna inandığı gibi, Metin'in de böyle bir işi yapmayacağına göre, bu çocuğun bir babası vardı ama kimdi? Şebnem bu muammayı çözecekti. Hiç âdeti olmadığı halde, birkaç gündür çeşme başına gider olmuştu. Çünkü köylük yerde buralar haber merkezi gibiydi. Günlük olaylar, gelişmeler, yorumlar hep buradan takip edilirdi. Buraların müdavimi olanlar, bir gün bile aksatmadan gelir giderlerdi. Eğer bir gün gelmesinler, maazallah gündemi kaçırırlardı(!) Nazife teyzenin güneş yanığı yüzlü kızı çalçene Ayşe, şen şakrak sesi ile seslendi kurnanın başından. "Ooo... Şebnem abla, sen buralara gelir miydin?"
"Ne yapayım kızlar, can sıkıntısı. Son durumları biliyorsunuz. Kimseden saklayacak halimiz yok, artık herşey meydanda."
"Abla sen kafanı neye takıyorsun ki? Biz Metin abiyi bilmez miyiz sanki. Sen kendini hiç üzme."
Şebnem de zaten bu konuyu konuşmaya gelmişti çeşme başına. Konu kendiliğinden açılınca, fırsat bu fırsattır deyip hemen atıldı, "Sahi kızlar, siz onun en yakın arkadaşıydınız, son günlerde gelip gittiği bir yerler var mıydı Hasibe'nin?" diye sorunca, "Yok be abla, 'dostu falan var mıydı' diye soruyorsun herhalde." diyen patavatsız çalçene Ayşe'nin söylediğiyle, yeni gelinler kendi arasında kıkırdaşırken, genç kızların bu belaltı konuşmalardan yüzü kızarmıştı.
Bir genç gelin diğer taraftan atıldı, "Şebnem abla, Metin abiyi boşuboşuna hiç suçlama," dedi. "O bebek, rahmetli Hasibe ile kocasının kendi çocukları olacaktı. Allah onlara nasip ettiydi sonunda gide gele." deyince, Şebnem beklediği haberi duymuş gibi kulaklarını kıstı hemen. Heyecanla döndü bu yeni yetme geline.
"Bir dakika dur dur! Nereye gide gele?"
Gelin maşallah, haberci evin Hatice'si gibiydi. "Senin haberin yok galiba," dedi bilmiş bilmiş. "Kasabada, Bayır Mahallede nefesi kuvvetli bir Ethem hoca var. Çocuğu olmayan, Hasibe gibi üç beş sene geciken çiftler ona gider, birkaç kere üfledi mi evvelallah o ayında daha çocuğa kalır. Bizim köyden çok yeni gelini üfledi de gebe bıraktı." deyince, Şebnem'in ayakları suya erdi, elini alnına götürdü. Tabii ya... Bunu daha önce nasıl oldu da düşünemedi. 'Ah salak kafam' diye iç geçirdi. Hasibe, hocaya gitmekten bahsediyordu arada sırada ama Şebnem bu işe şiddetle karşı çıkarak, 'bu tip şarlatanlara inanmamasını' telkin ediyordu ona. Bu gibi cahil yerlerde şarlatanlara ekmek kapıları ardına kadar açıktı. Tabii bir de öteki kapılar. Tövbe ya Rabbi. İş şimdi anlaşılıyordu. Demek ki Hasibe bir iki kere kocası ile hocaya gitti. Ondan sonra da onu gözüne kestiren, bu hoca demeye bin şahit lâzım şerefsiz köpek, onu yalnız çağırıp, çaresiz kadından yararlanmıştı.
Genç kadınlardan biri, Şebnem'i düşüncelerinden sıyırdı. "Şebnem abla daldın, ne düşünüyorsun?" diye sordu ilgiliymiş gibi. "Haa... Sahi bak, sizin de evleneli beş altı sene olmuş ama hiç çocuğunuz olmamış. Sen bilirsin ama istersen dul Hatice seni de götürüp bir okuyup üfletsin ha, ne dersin?" diye saf saf konuşan bu kadının sözlerini duyan bazı genç gelinlerin yüzleri gölgelenir gibi olmuştu. Bu Şebnem'in gözünden kaçmamıştı. Demek ki bu düzenbaz Ethem hocanın tezgâhından geçen yalnız Hasibe gelin değildi. Bu işlerin bu köydeki taşeronu da dul Hatice'ydi anlaşılan.
Şebnem bir şey farkettirmeden zokayı yutmuş gözükmeliydi ki dul Hatice'nin kulağına gidip ürkmesindi. Neşeyle şakıdı, "Vallahi iyi aklıma getirdin kız!" dedi sevinmiş gibi. "Metin'e iki senedir diyorum ama bir türlü dinletemiyorum. Şehirli erkekleri bilirsiniz işte, öyle hacıya hocaya pek inanmazlar. Yok daha olmazsa tüp bebek yaptırırız diyor, başka da bir şey demiyor."
Gelinler kıkırdaştılar. "Tüp ne ki? Orana tüp mü sokturacaksın?" dedi bazıları kahkaha atarak.
Şebnem takmıştı kafaya bunu. "Bak mademki köyde böyle birçok örneği var, demek ki bu hocanın nefesi pek kuvvetli. Ben Metin'i kandırayım, bu hoca bana da üflesin." diyen Şebnem'in böyle saf konuşmasından sonra bazı gelinlerin birbirlerine bakarak, çaktırmadan bıyık altından manidar şekilde birbirlerine gülmesi, cin gibi gözlerinden kaçmamıştı Şebnem'in. Bu plânı hemen uygulamaya koymalıydı. Yarından tezi yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...