Şebnem, sanki kâbus dolu rüyalardan birini daha görüyordu. Bu defa, yüksek bir binanın üst katlarında birkaç kişi onu kovalıyor, o can havliyle asansörlere doğru koşuyor, asansörün kapısını açtığında ise, içeriden alevlerin fışkırdığını görünce bu defa merdivenlere yöneliyordu. Birkaç basamak inince yoğun bir dumanla karşılaşıyor, sanki bu duman kokusu genizlerini yakıyor, nefes almasını engelliyordu. Ağzını eliyle kapatıp dumanların arasından geçmeye çalışıyor, fakat yolu bir türlü kestiremiyordu. Aman Allahım! Nasıl bir kâbustu böyle? Rüyanın etkisiyle terden sırılsıklam olmuş, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Birden büyük bir sıkıntıyla uyandı, hemen yatağının kenarına oturdu. Ne oluyordu böyle?
Tabii ya... Gece soyunmadan yatmış, elbiselerle öylece uyuyakalmıştı. Yalnız ortada ters giden bir şeyler vardı. Şimdi rüya ile gerçek arası bir şoktaydı. Her yer yoğun bir duman altındaydı. Gerçekten de nefes almakta güçlük çekiyordu. Rüya değil, gerçekti bu! Elini boğazına götürüp öksürdü. Acele temiz havaya çıkmalıydı. Ayağa kalkarken çantası çekyatın köşesine takıldı, kurtardı. Demek ki yattığı gibi uyuyakalmış, çantasını bile boynundan çıkarıp dolabına koyamamıştı.
Dışarıda bağrışmalar, koşuşturma sesleri geliyordu. Kapıyı açtığında, o korkunç manzara ile karşılaştı. Dükkânın içi alev alev yanıyordu. Şükran teyzenin oturduğu büyük masa, raflar, perdeler, koltuklar, her şey... Aman Allahım, bu neydi böyle? Alevlerin arasından, dışarıdaki insanları seçebiliyordu.
Kalabalığın arasından bir genç bağırdı... "Bakın, bakın! İçeride biri var!"
O sırada içeriye tazyikli su sıkmaya devam eden itfaiye erlerinden ikisi içeri girmeye çabalasa da demir panjurlar ve demir kapı kilitli olduğundan, tüm çabaları boşa gidiyordu. Dışarıdaki insanlar, Şebnem'den ümidi kesmişlerdi artık. Çünkü alevler iyice artmış, neredeyse pencereden dışarıya çıkmaya başlamıştı. Şebnem panikleyerek tekrar yattığı odaya girdi. Şimdi sakin olup, hızlı düşünmeliydi. Dışarıdaki alevleri görmüş, henüz tam bir yangın havası olmasa da birkaç yerden kuvvetli bir şekilde tutuşmuştu. Hemen aklına kitaplarda okudukları, seyrettiği filmlerde gördükleri geldi. 'İşe yaramasa yapmazlardı herhalde' diye düşündü. Yataktaki nevresim takımını alıp banyoya doğru koştu. Hemen lavabonun altında bir güzelce ıslattı ve çamaşır için kullandığı kovayı suyla doldurup, birden başından aşağıya boca etti. Zaten üzerinde askılı bir tişört ile, ayağında yazlık etek vardı. Her yanı sırılsıklam olmuştu. Çantasından dış kapının anahtarını çıkarıp eline aldı. Islak nevresimi de başından aşağı kadar iyice sarınıp, oda kapısını açtı. Sonra da tavanı yalayan kızıl alev dillerinin az olduğu bölümleri seçerek, demir kapıya ulaştı. Islak çarşafın üzerindeki serinlik hızla azalıyor, sanki yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı bile vücudu. "Ha gayret Şebnem, başaracaksın." diye kendine moral veriyor, telâşlanmamaya çaba harcıyordu. Kalbi küt küt attığından, eğer heyecana kapılıp da bayılırsa, ondan sonrasını aklına bile getirmek istemiyordu. Kapıyı bulmuştu ama birden elini can acısı ile geri çekti. Demir kapı, aşırı derecede ısınmıştı. Anahtarın ucundan tutmuş, ellemeden el yordamıyla anahtar deliğini bulmaya çabalıyordu. Tamam, olmuştu işte! Açmakta zorlanmayacağını tahmin ediyordu. Çünkü hep geç vakitlerde geldiğinden, karanlıkta kapıyı anahtarla açtığından, el yordamıyla açmaya alışıktı zaten. Hemen çarşafın ucu ile alevlerden ısınmış kapının kenarını tutup çektikten sonra, kendini hızla dışarı attı.
Kapıdan çıkar çıkmaz, itfaiye erlerinden biri onu kucakladığı gibi yangın mahallinden uzaklaştırmış, ileride hazır bekleyen ambulansa götürmüştü. Şebnem'e orada oksijen verilip, biraz olsun rahatlamasını sağlamışlardı. 112 acil hemşiresi, alevlerden sararmaya yüz tutmuş nevresimi aldı üzerinden. Elbiseleri bile nerdeyse kurumak üzere, hafif nemli vaziyetteydi. Ama saçları terden sırılsıklam olmuş, bir bebek gibi dizlerini karnına çekip bir müddet öylece kaldı. Yanına gelen itfaiye görevlilerin, "İçeride başka kimse var mı?" sorusunu, heyecandan konuşamadığından başını iki yana 'yok' anlamında sallayıp yanıtlamış, çeneleri hâlâ zangır zangır titriyordu.
Ancak bir müddet sonra sakinleşebilmişti Şebnem. Şimdi başka bir korku başgösterdi. Polislerden biri biraz önce bir şeyler sormak için yanına gelmiş, onun panik halini görünce biraz daha beklemenin daha uygun olacağını düşünerek gitmişti. Ama yine gelecekti. O sırada ambulansın yanına gelen 112 Acil doktorunun sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı.
"Kızım bir şeyin yok ya, emin misin?"
"Tamam doktor amca, yok bir şeyim."
İnsanlar ondan tarafa bakmazken yavaşça ayağa kalktı. Her taraf kum gibi insan kaynıyordu. Hey güzel yurdum insanı... İnsanımızın meraklı haline şaşırıp kalmıştı. Koca koca nineler kalkmış, yangın seyrediyorlar. Ön sıralarda genç bir anne, ağlayan çocuğunu susturmak için ağzına memesini dayamış, ama meme bir tarafta, çocuk memeyi bulamıyor, feryat figan... Annenin umurunda mı? O illâ ki yangına bakacak. Şuraya bakın, sanki herkes gazeteci olmuş, ellerine kameralı cep telefonlarını almışlar, kimi fotoğraf çekiyor, kimisi işi iyice abartıp kameraya almaya çalışıyordu. Bu curcunanın arasında hemşireye, "Abla, şöyle biraz gezineyim, hava alayım" deyip, yavaşça kalabalığın arasına karıştı Şebnem. Şimdi ara sokakları aşıyor, sanki onu kovalayan varmış gibi izini kaybettirme çabasındaydı. Bu ıslak hali ile dikkat çekecek diye de ödü kopuyordu. Polisin eline düşerse zaten hapı yutardı. Gecenin koyu karanlığı Şebnem'i güzelce gizliyor, bir taraftan yürürken bir taraftan da yangının nasıl çıkmış olabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Ya elektrik kontağından çıkmış ya da... Tamam, tabii ya! Şükran Hanım romatizmaları için yaz kış masanın altında şu telli elektrik ısıtıcılarından yakıyordu. Kaç defadır açık bırakıp gitmişti de o kekremsi, hafif yanık gibi kokan havayı fark ederek, sobanın fişini çekmişti Şebnem. İşte bu gece, aşk sarhoşluğunun verdiği rehavetle içeri girdiğinde, sobaya bakmaya falan aklına getiremeyip, kendini pestil gibi yatağın üzerine atınca da olanlar olmuştu işte. Neyse ucuz kurtulmuştu, rahmetli anacığının dediği gibi, Şebnem'in verilmiş sadakası varmış.
Çantasından telefonunu çıkarıp saate baktı; Ohoo, gecenin üç buçuğu. Şimdi nereye giderdi? Şükran Hanım'ı arayamaz, onu Selin olarak biliyordu çünkü. Ondan sonra polise verilecek ifadede her şey ortaya çıkar, çıra gibi yanardı. Haa sahi... İyi ki aklına geldi. Bu Selin kimliğini artık kullanmamalıydı. Çünkü yarın gelecek olan polisler, Şükran Hanım'dan onun ismini ve kimlik bilgilerini öğrenecekler, soruşturduklarında da gerçek Selin'in Yalova'da olduğu ortaya çıkacak ve iş, iyice arap saçına dönecekti. Çantasının ağırlığını sol kalçası üzerinde hissedip, sıkı sıkı tuttu. En değerli ve tek eşyası çantası, yanındaydı. Boş vakitlerinde, geceleyin dükkânda yaptığı birkaç sahte kimlik ve onlara uygun olarak düzenlediği diğer belgeler, çantasının gizli bölmesinde saklıydı. Ayrıca yüklü miktarda nakit ve bankamatik kartı da yanındaydı.
Bankamatik aklına geldiğinde duraksadı. Paralar Selin'in hesabı üzerineydi. Polis oradan yola çıkarak bir araştırma yaparsa, Marmara çırası gibi yanardı. Hemen yol kenarındaki bankamatiklerin birinden çekebildiği kadar para çekip, hesabının içini boşaltmalıydı. Ama tenha yerler tehlikeli olduğundan, Aksaray'ın işlek caddesine doğru indi. Kendince güvenceli gördüğü bir bankamatiği gözüne kestirip, en yüksek çekme limiti olan miktarı alel acele çekti. Hesapta daha birkaç yüz kalmıştı ama fark etmez, kalsa da olurdu. Eğer polis erken davranıp bankaya söylerse, öbür güne kadar parayı bloke ederlerdi. Neyse bu kadarını da kurtarmıştı, öbür gün şansını bir daha denerdi.
Şebnem hemen kararını verdi, nasıl yapacaksa yapacak, Metin'e gidecekti. Çünkü şu haliyle İstanbul sokakları, onun için tehlikelerle doluydu. Polis fark ederse, tinerciler sataşırsa, sarhoşlar, ayyaşlar askıntı olursa... Tecavüze uğramak da cabası. Bir de tek hazinesi çantasını kaptırırsa... Oof, of! Birden sıkıntı bastı. Bir ara taksi ile gitmeyi düşündü, ilerdeki taksi durağına doğru adımlarını sıklaştırdı. Taksici Şebnem'i şöyle bir süzerek, onun bu durumundan bir mana çıkarmış olacak ki yapışkan erkek içgüdüsü ile sırnaştı.
"Abla buyur, taksi mi lazım?"
"Yok, yok..."
Of ya! Taksiye de binemezdi, gecenin bu saati. Ya yanlış anlarlarsa? Hiç yoktan gürültüye giderdi, kimseye güven olmazdı gecenin günah kokan bu saatlerinde. Belli olmaz, belki de evden kaçtı sanarak polise teslim ederlerdi. Yok, yok... En iyisi Metin'i çağırmaktı. Cep telefonunu açtı. Uzun uzun çaldırdı cebini ama açan olmadı. Bir daha... Bir daha... İnatla bir daha...
Tam kapayacaktı ki, "Aloo..." diye bir ses geldi.
'Ahha! Bir bayan sesi... Herhalde annesidir' diye düşündü, heyecanlanmıştı. "Şey, hanımefendi rahatsız ediyorum da. Acaba Metin'le görüşebilir miyim? Ben arkadaşıyım. Adım mı? Şeyy, Şebnem."
Şebnem'e bir yıl gibi uzun gelen koca bir dakikadan sonra, Metin'in sesi telefondaydı. "Yaa kızım, manyak mısın sen?" diye çıkışıyordu ona kısık sesle. "Bu saatte aranır mı? Annem de pimpiriklendi şimdi."
"Metin, hiç konuşmaya halim yok, sadece beni dinle," derken sesi halsizdi. "Fazla soru sorma ve hemen atla bir taksiye, Aksaray'a gel tamam mı? Parayı falan düşünme bende var, gelince hepsini anlatırım. İnince çaldır, ben buralardayım, seni bulurum. Çabuk, lütfen!" Şimdi telefondan, sadece 'dıt dıt' ses geliyordu.
"Şebnem, aloo... Kapadı manyak! Ne yapıyor gecenin bu saatinde Aksaray'da?"Metin, mahalleden bir arkadaşından ödünç aldığı araba ile sahil yolundan son sürat gelip, Aksaray'a çıkmıştı. 'Şu cep telefonları büyük nimetti. İcat edenden Allah razı olsun' diye düşündü Şebnem. Metin şıp diye eliyle koymuş gibi bulmuştu onu. Islak bir serçe yavrusu gibi, taş bir binanın köşesine sığınmış, dünyadaki tek dayanağını beklemiş, şimdi onunla beraber sahil yolundan ağır ağır ilerliyorlardı. Olup biteni bazen heyecanla, bazen de gözleri dalarak anlatıyor, anlatıyordu. Biraz daha uyanmasa, Allah korusun! Düşünmesi bile kötüydü. Metin'in de annesi merak etmiş, telefonda uygun bir dille, konuyu ona da kısaca anlatmışlardı.
"Bak annemi duydun, seni eve bekliyor."
"Metin yapma ya... Bu halimle annenin karşısın nasıl çıkarım ben? Sudan çıkmış sıçan gibiyim baksana!"
"Ne varmış halinde bakayım benim küçük sıçanım?" diye alay etse de Şebnem'in şu durumda Metin'e uyacak hali yok, onun aklı başka yerlerdeydi. Onu hafifçe dürterek, daldığı hayallerinden uzaklaştırdı.
"Hoop! Aloo... Daldın yine, ne düşünüyorsun?"
"Metin beni bir otele bırak, yarın üzerime temiz bir şeyler alıp öyle gideriz, tamam mı?"
Bu söylenenleri hiç duymamış gibi yaparak aracını sürerken, Şebnem de itirazların para etmeyeceğini anlamış olacak ki uslu kızlar gibi oturduğu koltuğa büzüştü. Metin yan gözle Şebnem'i süzerken, 'Bu gece tamam da sonra elalem ne der? Evde bu yabancı kız ne arıyor demezler mi? 'Hele bir gidelim, ne demiş atalarımız, gün doğmadan neler doğar' diyerek, değişik düşünceler kafasının içinde dönüp duruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...