Şebnem ilk anda ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Sanki Celal her an peşindeymiş, onu yakalayacakmış gibi geliyor, düşüyor kalkıyor tekrar koşmaya devam ediyordu. Ay ışığının altında, dik yamaçtaki kayalıkların gölgelerine sığınarak arada bir soluklanıyor ama fazla oyalanmadan koşmasına devam ediyordu. Nereye gittiğini bilmiyor, sadece çılgınca koşuyor, koşuyordu. Aslında nereye gittiğinin önemi yoktu. Sadece şunu çok iyi biliyordu... Ne kadar çok koşarsa, o kadar çok uzağa giderdi.
İyice yorulmuştu. Bir kaya gölgesinde oturup soluklanırken, etrafı incelemeye koyuldu. Burası ne garip bir yerdi böyle. Deminden beri koşarken, peşindeki azrailin korkusundan etrafına bakmaya fırsat bulamamıştı. Herhalde buralar maden veya taş ocağıydı. Uzaklardan makine sesleri geliyor, bazen yüklü bir kamyonun homurtusu duyuluyordu. Gecenin bu karanlığında, bu ıpıssız yerde kız başına ne yapacaktı? Hay Allah! Çantası Sırtlan'ın arabasında kalmıştı. Elini kot pantolonunun arka cebine atınca, gülümsedi. Alışkanlık işte, cüzdanını çantaya değil de pantolonun arka cebine koyardı hep. Tabi ki paralar da sutyeninin içinde her zamanki gibi. Şimdi parası da vardı, banka kartı da kimliği de. Çantasında ne olduğunu düşündü... Bir paket kâğıt mendil, paketi açılmış kadın bağı, lokantaya ait adisyon fişleri vs. Yani ıvır zıvır. Kendine güven geldi birden. O ne badireler atlatmıştı, bundan sonra korku yok! Hayat ondan korksundu.
Köy kızı olduğundan, karanlık korkusu yoktu. Şimdi patika yoldan hızlı bir şekilde yürüyor, bir yandan da nerede olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Önündeki tepeyi aşıp aşağıya doğru dikilince, göz kamaştırıcı, ışıltılı bir şehirle karşılaştı. Gece ay ışığının altında, üzerindeki yükü indirmek için biraz uzağa demirlemiş onlarca yük tankerinin güverte ışıklarının yanmasıyla, şıkır şıkır, enfes bir deniz görüntüsü çıkmıştı karşısına. O bilmiyordu ama Gemlik tepelerindeydi. Nereden bilsin ki? Bir müddet oturup soluklandıktan sonra, ona kurtuluş gibi gelen, aşağıda gümüş bir şerit gibi uzanan, gecenin nemiyle parıldayan asfalt yolu gördü. İşlek bir yol olduğu buradan bakıldığında apaçık belli oluyordu. Peşindekilerin onu bu civarda arayacaklarını tahmin ettiğinden gördüğü bu yol, özgürlüğe kaçış yolu olacaktı.
Şimdi eski bir köy minibüsünün arka koltuğuna oturmuş, adını muavinden öğrendiği, 'Armutlu' diye bir yere gidiyordu. Armutlu neresiydi? Çok da önemli değildi. Yolun kenarına gelip, solgun ışıklı bir elektrik direğinin altında dikilirken bu minibüs yanaşmış, sırıtık bir muavin yarı belinden yukarısını kapıdan dışarı sarkıtıp, 'Armutlu mu abla?' deyince, hiç düşünmeden binivermişti. Ama hiç üzülmüyordu. Onun hayatıydı bu, dolu dolu yaşamalıydı. Mademki her şey üstüne geliyordu. Şebnem artık kaçmayacak, maceranın üstüne üstüne gidecekti. "Aman, inceldiği yerden kopsun, korkunun ecele faydası yok ki." gibi sözlerle, kendine güven aşılıyordu. Bu son olaydan sonra, kendine olan güveni fazlalaşmıştı. "Tehlikeler ne kadar üstüne gelirse gelsin, onlarla mücadele gücümü yitirmedikçe, korkmama gerek yok." diye kendine telkin ediyordu. Muavinin sesiyle, Şebnem daldığı hayallerinden uzaklaştı birden. "Armutlu son durak!"
Başını kaldırdığında gördü ki ondan başka kimse kalmamış, diğer yolcular yol üzerindeki köyleri geçtikçe, birer ikişer inmişlerdi. Mecburen minibüsten inerek, sanki kırk yıldır oralıymış gibi emin adımlarla deniz tarafına doğru yürüdü, gitti. Bir müddet yürüyüp merkezi bir yere geldi. Gözüne kestirdiği ilk otelden içeri girip, bir oda istedi.
"Tek kişilik bir oda lütfen."
"Hanımefendi çok kalacak mısınız, yoksa..."
"Hayır, hayır. Sadece bu gecelik."
Çarçabuk odasına yerleşen Şebnem, pencere kenarındaki yatağın üzerine oturmuş, ufukta milyonlarca ışıltıdan meydana gelmiş pırıl pırıl yanan sahil şeridini büyük bir zevkle seyrediyor, oraya gitmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Orası İstanbul'du. Ah İstanbul ah! Bu kadar yorgunluktan sonra, göz kapakları iyice ağırlaştı, yavaşça yatağın üzerine uzandı. Dizlerini karnına çekip, ellerini apış arasına sıkıştırarak masum bir bebek gibi uykuya daldı.
Şimdi ilginç bir rüyanın içindeydi Şebnem... Çok eski, kadim zamanlardan kalma bir savaşçı elbisesi giymiş, hem düşmanlarla çarpışıp, bir taraftan da kaçmaya çalışıyordu. Güç belâ sonunda bir kaleye sığındı. Bir müddet burada kaldıktan sonra bir de baktı ki şimdi de çok güzel kıyafetler içinde bir prensesti ve bir şatoda yaşıyordu. Ama yine aniden mekân değişti. Şimdi de mütevazı bir kır evinde yaşlanmış, huzur içinde yaşamını tek başına sürdürüyordu. Olmadı yine ortam değişiyor, bu defa modern bir genç kız görünümde, sokaklarda hızlı bir araç kovalamacasının içinde buluyordu kendini. Aniden uyandı. Gördüğü bu ilginç rüyanın etkisiyle terlemiş, her yeri sırılsıklamdı. Gülümsedi, "Bu internet denen belânın nimetleri işte," dedi kendi kendine. "Adama böyle kâbuslar gördürüp, kıçından nefes aldırır." deyip, tekrar uykuya daldı.
Şebnem, bu deniz kenarı beldesinde sanki tatilde gibiydi. Öyle bir uyku çekmişti ki uyumaktan gözleri şişmiş, ama yine de bir türlü kalkamıyor, bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp duruyordu. Neden sonra kalktığında, duvardaki saat gözüne ilişti. Ooo... Vakit öğleyi geçmişti. Anlaşılan, bu gece de burada kalacaktı. Ama yarın erkenden kalkıp yola çıkacağına, kendi kendine söz verdi. Burası çok güzel, gözlerden ırak, sakin, sessiz bir kasaba görünümündeydi. Akşama kadar sahilde gezdi, tozdu, güzel havanın tadını çıkardı. Biraz daha gezmek isterdi ama yarın erkenden kalkacağı için, otele erken döndü ve hemen yattı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
Fiksi UmumBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...