Temmuz ortaları... İstanbul sıcaktan kavruluyor, küresel ısınma mı ne karın ağrısı ise, daha sabahtan sıcaklık anormal derecede. Şebnem akşamdan klimaların ayarı ile oynamasa, bu saate kadar imkânı yok uyuyamazlardı. Vakit nerdeyse öğleye yaklaşıyordu, Metin'in ise kalkmaya niyeti yok gibiydi. Nasıl kalksın ki? Geç vakitlere kadar internetin başında boyuna bir şeylerle uğraşıyor didinip duruyor, ondan sonra da yorgun düşüp, işte bu saatlere kadar uyuyordu.
"Metin... Kalk hadi, kahvaltı hazır."
"......"
"Soğuk su geliyor ama."
"Öff, tamam ya!"
Her sabah bu tatlı çekişmeler olmasa, o kahvaltının tadı çıkmıyordu. Şebnem, bu üç dört sene içinde iyice serpilip güzelleşmiş, eskisinden daha hoş bir kadın olmuştu. Ee, ne derler? Evlilik bizim Türk kadınlarına yararmış. Ne demekse? Bu yüzden Şebnem kendine çok dikkat ediyor, yiyeceğine, içeceğine aşırı özen gösteriyor, sporunu ihmal etmiyordu. Metin'in böyle şeylere ihtiyacı yoktu. Spor desen, 's' sini bile bilmez ama işte Allah vergisi, yediğini hemen yakan bir bünyesi vardı.
Şebnem oradan lâf olsun diye seslendi. "Metin koca yaz geçiyor, beni şöyle alıp da doğru dürüst bir yerlere götürmedin, aşkolsun." Ee, Metin bu, altta kalır mı? "Tabii, her gün bütün İstanbul'u ha babam de babam sanki biz turlamıyoruz." dedikten sonra tişörtünü yukarı sıyırarak göbeğin gösterdi. "Anasını satayım şuraya bak, yürü yürü daha nereye kadar? Yürümekten et bağlayamıyorum, zafiyet geçireceğim nerdeyse."
"Yalancılık yapma, şimdi kafana tavayı geçireceğim bak! Sen domuz gibi yesen de zaten kilo almıyorsun ki. Bir de bizim gezmelerimize pislik atma."
Kahvaltı şen şakrak bitmiş, bir taraftan Şebnem masayı topluyor, bir taraftan da Metin'e lâf yetiştirmeye çabalıyordu. "Metin şaka demiyorum bak, birkaç günlüğüne uzak bir yerlere gidelim, değişiklik olur."
"Şöyle Afrika'ya ne dersin?"
"Çok iyi olur derim, seni orada yamyamlar bir güzel yerler de ben de senden kurtulurum."
"Aman ne komik..."Kavga gürültü, zorla da olsa bir valiz eşya alıp yola çıktılar ama nereye gideceklerini ikisi de bilmiyorlar, öylesine gidiyorlardı. Şebnem, "İstanbul dışı olsun da neresi olursa olsun." diyor başka bir şey demiyordu. Gına gelmişti İstanbul'dan artık. Avrupa tarafına doğru gitmeyeceklerine göre, ilk önce feribota binip karşıya geçecekler, ondan sonra da arabanın gittiği yere kadar, Allah ne verdiyse...
Kırkbeş dakikalık bir feribot yolculuğundan sonra karaya inmişler, güzel havanın tadını çıkara çıkara, şöyle sağ şeritten ağır ağır gidiyorlardı. Şebnem'in gözü, yol kenarında uygun bir konaklama yeri gözlüyordu. Bugün muayyen gününün üçüncü günüydü. Muhakkak bir tuvalete girmeliydi. "Metin, canım bak şurada benzinliğin yanında bir kafeterya var, orada durabilir miyiz? Tuvalete gideceğim." deyince, "Tamam, ben de bir şeyler içerim." dedi Metin. Günlerden pazar olduğundan, Yalova Topçular vapur iskelesi tıklım tıklımdı. Araçlar yollarda uzun kuyruklar oluşturmaya başlamıştı. İki günlüğüne bir yerlere kaçan İstanbullu, dönüş telaşı içinde, yarınki işlerine yetişmeye çabalıyorlardı. O yüzden kafeterya doluydu. Metin, aracını hemen oturdukları yerin yakınına park edip, zorla da olsa dışarıdaki masalardan birinde yer bulmuştu. Şebnem, çantasını Metin'in oturduğu sandalyenin arkasına asıp tuvalete giderken, Metin de garsonla 'adaçayı niye yok' kavgası yapıyordu. Etraf, mola verenlerle doluydu. Kimisi çocuğunu doyurmaya çalışıyor, kimi çocuklar da hınzırlık yapıp annelerini peşlerinden koşturuyordu.
İyi giyimli, yedi sekiz yaşlarında, biri erkek diğeri kız iki çocuk, masaların etrafında kayıtsız bir şekilde dolaşıyor, arada bir de birbirlerini oyun niyetine kovalıyorlardı. Bu sırada kız çocuğu, Metin'in oturduğu sandalyeye arkadan yaklaştı. Şebnem'in asmış olduğu çantayı eline alıp, erkek kardeşini de önüne siper ederek, acele etmeden yürümeye başladılar. Şimdi erkek kardeşi ile çanta gözükmesin diye yan yana bitişik şekilde benzinliğin çıkışına doğru yürüyorlardı. Bu sırada Şebnem de tuvaletten çıkmış, çantasından kâğıt mendil almak istediğinde, onun bıraktığı yerde olmadığını gördü.
"Çantam yok! Çantam... Çalmışlar!"
Kadının biri karşı masadan bağırıyordu. "Bakın, bakın! Çıkışa doğru iki çocuk koşmaya başladı, ellerinde de siyah bir bayan çantası var!"
Çok güzel tasarlanmış bir plândı bu. Çünkü yolun kenarında, biraz geride park etmiş gözüken, kirli lacivert renkli bir oto, aniden hareket etmiş ve arka kapıyı açan bir bayan, çocukları yol kenarından arabanın içine alıvermişti. Çocukları içeriye çeken bayan kapıyı kapayınca, araç süratli şekilde kaçmaya başladı. Bunu gören Metin yıldırım hızıyla direksiyona geçerken, Şebnem de koşarak gelip sağ ön koltuğa oturdu. Benzinlikten süratli bir şekilde çıkıp, çanta hırsızlarının peşine düşmüşlerdi. Bu arada Metin aracı deli gibi sürüyordu ve gittikçe arayı kapatmaya başlamıştı. İleride, feribot girişinde trafik düzenlemesi yapan polis aracını görünce, selektör yapıp korna çalarak polislerin dikkatini çekmeye çalışıyor, bu arada da aracı gözden kaybetmemeye çalışıyordu.
Önde hırsızlar arkada Metin, çok süratli bir şekilde, Topçular Feribot girişinde yerde trafik düzenlemesi yapmaya çalışan trafik polislerinin arasından tehlikeli bir biçimde geçtiler. Banket üzerindeki ekip otosunun içinde etrafı denetleyen dikkatli bir polis, arkadan kovalayan araç sürücüsünün, o karmaşa ve ses kirliliği arasında, "Hırsız var!" diye bağırdığını duymuş, vakit geçirmeden o da bu çılgın kovalamacaya katılmıştı. Şimdi akıllara durgunluk veren üçlü bir kovalamaca başlamıştı. Yoğun trafiğinin arasındaki bu üç araç, formula yarışlarını aratmayacak bir şekilde slalom yapıp ilerliyor, yolu kullanan, fakat tehlikenin farkında olmayan sürücülerin hayatını tehlikeye atıyorlardı. Öndeki hırsız, can derdinde olduğundan kontrolsüz bir şekilde gidiyor, hemen peşinde tampon tampona giden kızgın Metin, mal derdinde olduğundan yaptığı yanlışın farkında bile değildi. Metin selektör yaparak banketle karışık kaçan aracın soluna girmiş, hırsızı sıkıştırıyor ve aksiyon filmlerindeki gibi, neredeyse birbirlerine sürtecek şekilde ilerliyorlardı. Onların arkasında, süratli fakat temkinli seyreden, sireni ve tepe lambası açık trafik polisinin tek korkusu, bu süratle giderken, önündeki iki araç kazara birbirine sürtüp dengelerini kaybederek 'spin' atmaya başlarsa, olacakları aklına bile getirmek istemiyordu.
Polisin ısrarlı ışık ve ses ikazını fark eden Metin frene basıp sağa çekildi. Önü açılan polis otosu, şimşek hızıyla hırsızın kullandığı araçla kendini yanyana cehennemi bir hızla gidiyor şekilde buluvermişti. Diğer arkadaşı yerde kaldığından, polis memuru araçta yalnızdı. Aracı kullanırken megafonu açıp kullanamıyor ve sadece sağ elini sert bir şekilde sallayarak, hırsızın sağa yanaşması için boşuna çaba sarfediyordu. Çünkü hırsızın durmaya niyeti olmadığı apaçık ortadaydı. Polis sol eli ile aracı sürerken, hafif hafif sağa doğru kısa hamlelerle hırsızın aracını sıkıştırıyor, sağ eline almış olduğu silâhını kaçan sürücüye doğrultuyordu. Bu aksiyon film sahnelerini aratmayacak görüntüleri izleyen yoldaki vatandaşlar ağırlaşıp, 'ne olur ne olmaz, bir kaza kurşununa kurban gitmeyelim' der gibi, biraz geriden takip ediyorlardı olayı. Silâh tehdidi etkisini göstermiş olacak ki bir tekstil fabrikasının park alanına doğru yönelen hırsızın aracının önüne otosunu süren polis, çevik bir hareketle el frenini çekip inerken, Metin de anında aracı ile orada bitmişti sanki. Polisten önce davranan çantası çalınan Şebnem, araçtan atlamış ve hırsız daha neye uğradığını anlamadan, şoför tarafının açık camından yarı beline kadar aracın içine sarkmış, kendini kontrol edemeyip, büyük bir öfkeyle sürücüyü yumrukluyordu. Bu arada polis de tek başına olduğundan, bayanların kavgasını nasıl ayıracağını düşünüyordu. Şimdi de kapkaç aracının içinden inen üç Roman bayan çığlıklar atarak, "İmdaat, adam öldürüyorlar!" deyip sağa sola koşuşturuyordu. Polis, öfkeden çılgına dönen Şebnem'i sakinleştirmeye çalışıyorsa da bir türlü başarılı olamıyordu. Onu saçından tutup çekerek aracın yanından uzaklaştırınca, Şebnem şaşkın bir şekilde "Memur bey hırsız onlar, siz benim canımı acıtıyorsunuz." diyor, hırsız kadınlar yapmacık bir şekilde yaygara koparıyorlar, "İmdaat! Polis yetiş, adam öldürüyorlar, can kurtaran yok mu?" diye bağrışıyorlar, bir curcunadır, bir kıyamettir gidiyordu.
Polis, çılgın Şebnem'i sakinleştirmeye uğraşıyor, "Memur Bey bunlar çantamı çaldı, kaçacaklar. Lütfen izin vermeyin." şeklinde kesik kesik cümleler söyleyip, tekrar sürücünün üzerine çullanıyordu. Polis bu arada hırsız kadınların saldırısına maruz kalıyor, ama aralarından sıyrılarak ekip otosuna koşuyor ve eline aldığı megafonla, kadınlara doğru dönerek, emreder bir şekilde, 'araçlarının yanına gitmelerini, oradan bir yere ayrılmamalarını, yoksa olacaklardan sorumlu olmayacağı' şeklinde bağırıp onlara gözdağı verirken de kılıfından çıkarmış olduğu silâhını sağ eline alıp, namlusu yere doğrultulmuş şekilde, sinirli sinirli oynuyordu. Polis memuru, diğer ekip arkadaşlarına anonsla yerini bildirip acil çağrı yapmış ve mahalli jandarmaya haber vermelerini söylerken, bir taraftan da hırsız kadınları göz hapsinde tutmaya çalışıyordu. Kapkaç aracını kullanan şoför sakince bekliyordu. Hırsız kadınlar onu şoför olarak kiraladıklarından dolayı, pek etliye sütlüye karışmayan bir görüntü çizse de o da onlar kadar suçluydu. Polis, eski tecrübelerinden de biliyordu ki bu kadınlar çaldıkları değerli eşyaları üzerlerinde tutmaz, yol kenarlarına atarlar, sonra da gelip oradan alırlardı.
Bir süre sonra gelen diğer ekibin yardımı ile kısmen de olsa duruma hâkim olup zanlıların kimlikleri toplanmış, sürücünün de ehliyetsiz olduğu anlaşılmıştır. Çok geçmeden jandarmaya ait minibüs gelmiş, durum kısaca polisler tarafından jandarma ekip komutanına anlatılarak, olay yerinde yapılan bir tutanakla şahıslar ve araç onlara teslim edilmişti. Bu sırada araçta yapılan basit aramada, arka koltuk üzerinde ve bagajda çok miktarda envai çeşit bayan çantası bulunmuştu. Demek ki bunlar, bu güzergâhta daha birçok kimsenin canını yakmışlardı.
Şebnem hemen kendi çantasını tanıdı ve çekip aldı. Diğer çantaların içleri zaten boşaltılmıştı. Jandarma komutanı, "Hanımefendi, bakın bakalım çantanızda eksik bir şey var mı?" deyince, Şebnem çantasını açarak cüzdanının ve birkaç parça altınının içinde olduğunu görünce rahatlamış ve "Tamam efendim." deyince jandarma komutanı, "Hadi arkadaşlar, lütfen bizimle gelin. İfadeniz alınacak." dediğinde, 'Jandarmaya gitmek' sözünü duyunca Şebnem panikledi. "Yok, yok... Ben kimseden şikâyetçi değilim. Zaten çantamda her şey tamam. Lütfen bizi bırakın gidelim komutanım."
"Ama arkadaşlar... Tutanak tutmam lazım, bunları savcılığa çıkaracağım."
Tutanak, savcılık, mahkeme... Şebnem'in paniklediğini gören Metin, burada devreye girmek gerektiğini hissederek, görevli astsubayın kibarca koluna girip kalabalıktan az öteye götürdü. "Komutanım, rica etsem kız arkadaşımın kusuruna bakmayın siz. Babasından habersiz gezmeye çıktık da duyulursa diye çok korkuyor. Hele bir abisi var, nasıl desem... Evlere şenlik! Allah düşmanımın başına vermesin, zebella gibi. Ben de ondan çok tırsıyorum işte. Ne olur bizi mahkemeyle falan uğraştırmayın, zaten yolumuzdan epey kaldık." şeklinde ayaküstü uydurduğu bu yalan için, Jandarma astsubayı iki arada bir derede kalmıştı... "Ama şikâyet..."
"Yok, yok. Biz şikâyetçi falan değiliz. Bizi tutanağa katmazsınız olur biter. Hadi benim komutanım."
"İyi bakalım, siz gidin o zaman."
"Çok teşekkür ederim komutanım. Allah razı olsun."
Metin'le Şebnem arabalarına atlayıp, oradan kaçarcasına ayrıldılar. Büyük bir tehlike atlatmışlardı. Kimlik araştırması falan yapsalardı, işler karışabilirdi.
"Ya Metin, yüreğim ağzıma geldi vallahi. Korkudan altıma sıçacaktım nerdeyse komutan 'hadi karakola' deyince."
Metin direksiyonda kendini geriye kasarak böbürlendi. "Kızım kim var senin karşında, işte biz de yeri geldiğinde böyle soğukkanlıyız, ne haber?"
"Hadi, hadi... Kedi olalı bir fare tuttun."
Metin, Şebnem'in yanağından bir makas aldı. "Onu boşver de arabanın camından içeri sarkıp, şoförün yüzünü perşembe pazarına çevirdin, helâl olsun. Ben olsam hırsızın yerine, senden davacı bile olurdum."
"Önüne bak, kaza yapacaksın. Ben sana perşembe pazarını gösterirdim ama dua et, araba kullanıyorsun."
"Tamam, peki kızma bir tanem. Kızınca da pek tatlı oluyorsun, ondan takılıyorum."
İki divane âşık şakalaşarak Bursa'ya doğru devam ediyorlardı ama hava kararmaya yüz tutmuş, zaman da geçip gittiğinden akşamın yaklaştığını anlamamışlardı. Aman olsun, karışanları yok, görüşenleri yok. Şöyle kafalarına göre bir yol tuttular, burunlarının dikine gidiyorlardı. Akşama doğru Bursa'ya girdiler. Şebnem'in gözünde ilk kaçış günleri canlandı. Bursa onun ilk göz ağrısıydı, hayata burada tutunmaya çalışmış, amansız yaşam kavgasına burada başlamıştı.
Bursa'da pek oyalanmayıp, İzmir yönüne doğru yollarına devam ettiler. Metin araba kullanmaktan yorulmuştu. Şebnem acemi olduğundan direksiyonu almaya çekiniyordu. Hele karanlıkta hiç kullanamazdı. Bursa merkeze uzak olan, Balıkesir sınırına yakın şirin bir yer olan, Mustafakemalpaşa ilçe merkezinden geçiyorlardı. İyice karanlık bastığından, mecburen burada konaklayacaklardı. Biraz gezdiklerinde, şehir meydanında temiz bir hotel buldular. Buralar kıyı kenar ilçeler olduğundan, öyle tatil beldelerindeki gibi, evli olmayan bir erkekle birkadın, kesinlikle bir odada beraber kalamazlardı. Şebnem hemen çantasının gizli bölmesinden, ikisi ile aynı soyadı taşıyan sahte kimliklerini çıkarıp, resepsiyondaki görevliye uzattı. Gasp olayında bu çanta bir şekilde jandarmada açılsaydı, hâlleri ne olurdu düşünmek bile istemiyordu. Şebnem'in paniklemesine sebep, bu sahte kimliklerdi. İşte ondan sonra ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen.
Resepsiyondaki görevli düşüncelerini böldü Şebnem'in. "Kaç gün kalacaksınız efendim?"
"Sadece bu gecelik."
Giriş işlemlerini yaptırdıktan sonra, yanlarına aldıkları bir valiz ile yukarı çıktılar. Odalarında biraz oturup dinlendikten sonra, daha erken olduğundan ilçeyi biraz gezmek için aşağıya indiler. Resepsiyon görevlisinin tarif ettiği parka gittiklerinde, burasının geceleyin çok güzel ışıklandırılmış, harikûlade bir yer olduğunu gördüler. Parkın, küçüklü büyüklü ağaçlardan oluşan doğal bir görünümü vardı. Şebnem istediği sıcak çikolatayı bulamadı ve neskafe ile yetinmek zorunda kaldı. Metin her zamanki gibi, cebindeki poşet adaçayı ile idare etti. Garson bu işe bir anlam veremedi ama başını sallayıp gülümseyerek gitti. Temiz havada oturdukları bu bir saatten fazla zaman, onlara çok iyi geldi.
İlçenin temiz havası ciğerlerini açmış, dinç bir şekilde hotele gelip odalarına çıktılar. Metin televizyon kanallarında hızlı hızlı gezerken, Şebnem sehpanın üzerinde ilçeyi tanıtan broşürlere bakıyordu. Sayfaları öylesine karıştırırken gözüne güzel bir şelale fotoğrafı ilişti. Köpüklü suları muazzam bir yükseklikten, hiçbir yere çarpmadan dökülüyor ve yerdeki kayalara çarpan sular, etrafı daha da güzelleştiriyordu.
"Metin bak burada ne gördüm, buralara yakın bir köyde 'Suuçtu Şelalesi' diye bir yer var. Çok güzel bir yere benziyor, yarın oraya gidebilir miyiz?"
"Ya güzelim, etme. Oranın yolu yoktur, toz toprak oluruz, kalırız sonra dağ başında. Kurtlar, çakallar... Neme lazım."
"Olur mu? Bak burada ne yazıyor? Şelalenin bulunduğu yere kadar yol asfaltmış."
Ee, Şebnem bu, kafaya takmış... El mecbur gidilecek.
"İyi o zaman, yarın bir bakarız."
Metin televizyonu kapatınca, Şebnem de elindeki broşürleri bırakıp ışığı söndürdükten sonra yattılar. El ayak çekilince ilçe adeta ıssızlaşmış, etrafta çıt çıkmıyordu. Onların alışık olmadığı bir durumdu bu. İstanbul öyle miydi ya? Sabaha kadar şehrin o kendine has gürültüsü bitmez... Dinleneceklerine, yataklarından yorgun bir şekilde uyanırlardı. Ama burası ise bambaşkaydı. İkisi de yorgunluktan başlarını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya dalmışlardı. Sabahleyin, inanılmaz bir şekilde erkenden kalktılar, kendilerini öyle dinç hissediyorlardı ki olmaz derecede. İstanbul'daki evlerinde olsalar bu saatte imkânsız kalkamazlardı. Hele Metin'i yataktan kaldırabilene aşkolsun. Bu, alışılmadık bir durumdu.
Hotelin hesabını ödeyip, yemek yiyecekleri bir yer sordular. Tarif üzerine gittikleri köprübaşında, Yenice Köfte'den yedikleri köfte bir harikaydı. Şekil olarak İnegöl köfteye benzese de tadı çok farklıydı. Hele piyazla beraber çok güzel gitmişti. Bir de ününü duydukları peynir tatlısını, dondurmalı olarak yemeğin üzerine yiyince, tıka basa doymuşlardı. Lokanta sahibinin ısrarı üzerine, neskafelerini içtikten sonra yola çıkma zamanı gelmişti.
"Pardon bakar mısınız, biz buraların yabancısıyız. Suuçtu'ya gidecektik ama..."
"Bakın, buradan devam edip Bayır Mahalleye çıkın, orada tabelayı görürsünüz. Göremezseniz de kime sorsanız gösterirler zaten." dedi işyeri sahibi.
"Uzak mıdır?"
"Yok canım, ne uzağı? Hemen şurası."
"Kaç kilometredir ki?"
"Asfalt yolu takip edin. Muradiyesarnıç Köyü yönüne devam ederseniz, 15 km. sonra ormanın eteğinde, sırtını yemyeşil meşe ve kayın ağaçlarına yaslamış, şirin, mütevazı, pek gelişmemiş ama eski değerlerini koruyan, insanları sevecen, güzel bir köye varırsınız. Köy içinden, asfalt yoldan 5 km. ormana doğru devam ederseniz, Suuçtu Şelalesi'ne varırsınız."
Metin, hesapla birlikte yüklü bir miktar bahşişi tabağının içine bıraktı ve "Çok teşekkür ederiz, köftenize bayıldık. İnşallah bir daha yemek kısmet olur." dedi ayrılırken.
"İnşallah... Hadi hayırlı yolculuklar size de."
![](https://img.wattpad.com/cover/330611789-288-k367189.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
Fiksi UmumBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...