Şebnem yine kayıplarda

2 1 0
                                    

     Mehmet dayı ertesi gün Şebnem'i hastanede bırakarak, köye Metin'in cenazesini kaldırmaya dönmüştü. Bütün köy halkının, sevdikleri bu iki insanın bu şekilde bir trajedi yaşadığına inanası gelmiyordu. Sanki üzerine ölü toprağı serpilmiş olan köylerini kalkındırmışlar, hepsi iş, aş sahibi olmuşlardı onların sayesinde. Akıl alacak gibi değildi. Çünkü kadersizlerden birinin cenaze namazı kılınırken, diğeri de hastane köşelerinde kendini bilmez bir haldeydi. Şebnem, belki kocasının o korkunç ölümünü gördüğünden, uğradığı bu şoktan bir türlü çıkamıyor, tedaviye de ondan cevap vermiyordu bünyesi.
     Mehmet dayı, namaz bittikten sonra caminin yanındaki siyah arabaların sahiplerinin onları izlediklerini farketti. Bunda bir iş vardı ama ne? Çünkü bunlar kendilerini Başbakan koruması diye tanıtan tiplerdi. Fakat şimdi daha dikkatli bakınca onların daha çok, televizyondaki yerli dizilerde seyrettikleri mafya adamlarına benzediklerini farketti. Sanki hiç koruma tipi yoktu bunlarda.
     Cenazenin en arkasına onlar da takılmışlar, mezarlığa doğru yavaş yavaş ilerlenirken, Mehmet dayı biraz geri kalarak onların yanlarında yürümeye başladı. Şimdi bu esrarengiz misafirler, yanlarında yürüyen köylülerle muhabbet etmeye çalışıyorlar, ölen Metin ile değil de kaybolup bulunamayan Şebnem ile daha çok ilgileniyorlar gibi geliyordu. Tam yanında yürümekte olan genç bir köylüye, 'aramalarda yardım etmek istediklerini' söylemeye çalışınca, ağzından birşey kaçırmaması için, gencin tam ağzını açacağı sırada onu dirseğiyle dürterek susturan Mehmet dayı, lâfa girdi. "Sağolun beyefendi ama biz çok aradık, bulamadık zavallıyı. Çağlayanın suları o kesimde çok anafor yapar. Muhakkak onu derinlere batırınca, elbisesi dipteki ağaç kütüklerine falan takılmıştır garibimin. Havalar iyice yazlasın... Sular çekilince çıkar bir yerlerden. Ne yapalım, onun da yazgısı böyleymiş." deyince, köylüler Mehmet dayının konuşmasını hayretle dinlediler. Ne anaforu ne derinliği? Yaz kış orasının en derin yeri, bir insan boyunu zor geçer. Bunu Mehmet dayı bilmiyor mu? Birisi yanlışlıkla söze karışıp, 'ne diyorsun Mehmet dayı, onu sen kendin hastaneye götürmedin mi?' diyecekken, Mehmet dayı ona öyle bir baktı ki yayık ağızlı genç, nerdeyse dilini yutacaktı korkudan. Demek ki bir bildiği vardı. Şimdi kimse lâfa karışmaya cesaret edemiyor, Onun peşpeşe sıraladığı yalanları hayretle dinliyor, sadece arada sırada başları ile onaylayıp, 'he he' gibi onaylama sözcüklerinden başka, ağzından başka bir kelâm çıkmıyordu hiç kimsenin.
     Az sonra zavallı Metin'in cenazesine karşı mezarlıktaki dini vecibelerini yerine getiren köy halkı birer ikişer dağılırken, bu esrarengiz adamlar da arabalarına binmiş, tekrar Suuçtu'ya doğru giderken, Mehmet dayı da onların arkalarından bakarak, bıyık altından gülüyordu. Kahveci İlhan usta, Mehmet dayının bu haline şaşırmıştı. "Mehmet dayı, ne dolaplar çeviriyorsun yine? Şebnem'in hastanede olduğunu niye söylemedin de suda kayıp olduğunu, bulunamadığını söyledin?" deyince Mehmet dayı, sanki bir sır verir gibi konuşuyordu. "Arkadaşlar, sakın ağzınızdan lâf kaçırayım demeyin. Ne bileyim, içimde tuhaf bir sıkıntı var. Sanki bu adamlar kendilerini tanıttıkları gibi değil geliyor bana. Hepsinin gözleri yalan söylüyor, ben yanılmam. Hele o gözleri içine kaçmış, hafif sakallı, kemikli yüzlü adam var ya... Hiç hayra alamet bakmıyor adamın yüzüne."
     Doğru, köylüler de şüphelenmişlerdi onlardan. "Ne olabilir ki?" diye sordu Sarıların Ahmet.
     "Bilemiyorum ama bunda bir iş var. Bak tekrar ediyorum, aman ağzınızdan birşey kaçırmayın."
     "Anladık Mehmet dayı, çocuk muyuz biz."
     "İyi dinleyin. Tekrar gelip sorarlarsa üzüntülü bir şekilde, 'bulamadık ama aramalara devam edeceğiz' deyip atlatalım onları. Gözünüzü seveyim, sakın ha! Sakın! Polis desen değiller, olsa söylerler. Ee? Şimdi bunlar niye Suuçtu'ya gittiler? Kesin bizim bilmediğimiz birşeyler dönüyor. Onu da Şebnem kızımız inşallah kendine geldiğinde ondan öğreniriz."
     Köylüler birer ikişer dağılmaya başlayınca, yanına Selahattin'i alan Mehmet dayı tekrar kasabanın yolunu tuttu. Hastaneye geldiklerinde akşam olmak üzereydi. Bir zaman kendileri ile ilgilenen o doktoru aradılar ama nafile. İsmini bir türlü çıkaramadıklarından, doktora ulaşamadılar. Tam ümitlerini kesecekken Mehmet dayı, birden o gün kayıt sırasında onunla ilgilenen, beyaz önlüklü görevliyi tanıyıvermişti. "Ah oğlum, Allah çıkardı seni karşımıza." deyince, genç de onu tanıdı. "Amca buyur, soluklan hele... Nefes nefese kalmışsın." Mehmet dayı eline aldığı sekiz köşe şapkasıyla hemen masanın yanındaki sandalyeye çöktü. Bir taraftan soluklanıyor, bir taraftan da Şebnem'i soruyordu. "Dur hele amca. Geçen gün, hafızasını yitirmiş o kızı getiren ihtiyarsın sen. Sonra birden ortadan kayboluverdin, seni çok aradık bulamadık."
     "Ne bileyim evlâdım. Kızımız burada emin ellerde deyip, kocasının cenazesi için apar topar döndük köye. Onu gömdükten sonra da hemen geldik. Kızımız nasıl? Kendine gelebildi mi biraz olsun, görebilir miyiz?" diye sorunca, görevli memur sıkıntılı bir şekilde başını kaşıdı. "Şeyy... Amca o gün biz seni çok aradık. Doktor bey burada yapılacak başka birşey olmadığına kanaat getirince onu Bursa'ya sevketti." dedi sıradan bir prosüdürden bahseder gibi. "Hiçbir gelişme olmadı, öyle boş boş bakınıyor. Haa... Sadece 'adım sarı, açık sarı' gibi birşeyler mırıldanıyor, başka da bir şey demiyor. Doktor bey bunun anlamını yakınları geldiğinde sorarsınız demişti. 'Yaşadığı tramva ile ilgilidir' diye düşünüyor. Bu sözler az çok size birşey hatırlatıyor mu?"
     "Ha! Ne? Hangi sözler? Özür dilerim evlâdım, daldım da. Şebnem kızım şimdi Bursa'ya gönderildi he mi? Koskoca şehir Bursa... Ne yaparız, onu oralarda nasıl buluruz? Sadece adını biliyoruz, soyadı bile yok. Hakkında başka bir şey bilmiyoruz, ne yapacağız şimdi?" dese de genç elinde dosyalarla yürüyüp gitmişti. Burada kalmanın bir anlam ifade etmediğini gören Mehmet dayı ile Selahattin, boyunları bükük bir şekilde köye döndüler. Kendisini biraz toparladıktan sonra, onu Bursa'da arayacaklardı.

     Köye geldiğinde, kahve önünde herkes Mehmet dayının etrafını sarıp, soran gözlerle ona baktığında, onun hüzünlü yüzü herşeyi anlatmaya yetiyordu. Şebnem bacıları hâlâ yaşadığı şoktan kurtulamamıştı anlaşılan. "Mehmet dayı anlatsana. Şebnem bacımız konuşabiliyor mu? Kaza nasıl olmuş, söyledi mi?" diye soranlara, Selahattin müdahele etmek ihtiyacını hissetti. "Arkadaşlar, Mehmet dayıyı rahat bırakın," dedi kısık bir sesle. "O şimdi çok yorgun ve üzüntülü. Ben size herşeyi anlatırım, gelin böyle."
     O hızlı hızlı yürüyen, cami bayırını neredeyse koşar adımlarla çıkan Mehmet dayı, şimdi düşünceli bir şekilde önüne baka baka, ağır adımlarla yokuşu tırmanırken, canı gibi sevdiği Metin oğlunun ardından, Şebnem kızını da kaybetmenin acısını ta yüreğinde hissediyordu. Bir günde iki kayıp vermek, ağır geliyordu. Şimdi o nerelerdeydi? Konuşamıyordu ki derdini anlatabilsin garibim. 'Benim bir köyüm var, orada çok sevdiğim Mehmet dayım var' diyebilsin.

     Bursa Devlet Hastanesi'nde fiziki yaraları iyileştikten sonra psikiyatri kliniğine alınan Şebnem, on günden fazla bir süredir bu koğuşta yatmaktaydı. Hastanenin en üst katında tecrit edilmiş şeklindeki bu bölüm, akıl sağlığı bozulmuş hastalarla dolup taşıyordu. Bu gürültülü ortamda, cam kenarındaki yatağında oturup, karşı apartmanların arasından Uludağ'ın yamaçlarını boş gözlerle seyrediyordu. Şebnem'in ağzından arada sırada, 'adım sarı, açık sarı' sözleri dökülüyor, bunu duyan bölüm doktorları, zavallı kızın ağzından başka lâf alırız, konuştururuz telâşıyla geliyorlar fakat o, eski sessizliğine bürünüveriyordu hemen. Bu hastaya daha fazla yardımları dokunamayacağını anlayan bölüm doktorları, onun daha kapsamlı bir incelemeye alınabilmesi için, İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne sevki hazırlanıyordu.
     Şebnem için tekrar çileli bir hayat başlıyordu yeniden...
     Viziteye gelen doktor, son bir ümitle bir daha sordu. "Ooo, güzel kız nasılsın bakayım? Bugün daha iyi görünüyorsun." dedikten sonra yanındaki hemşireye döndü. "Baksana yatağına oturmuş dağları seyrediyor, değil mi hemşire hanım?" Doktorun yaklaştığını gören Şebnem, başını ağır ağır o yöne çevirdi. Gözlerinde hiçbir anlam yoktu. Doktora doğru bakıyor, ama bakışları onun içinden geçip, sanki duvarı görüyor gibiydi. Doktor gelip bu duru güzellikteki yüzü avuçlarının içine alıp, sevecen sesi ile sordu. "Kızım, soyadını hatırlayabiliyor musun, hadi söyle." dediğinde, Şebnem'in ağzından anlamsız bir cümle döküldü.
     "Adım Sarı, Açık Sarı."
     Doktor, kendisine boş gözlerle bakan bu zavallı kızı düşünceli bir şekilde süzerken, verdiği cevaba bir anlam verememişti.
     "Hımm... İlginç bir vaka."

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin