Öğleye doğru gelen telefona cevap veren Metin'in sesindeki heyecanı hisseden Şebnem, meraklanarak mutfaktaki işini yarım bırakmış, 'bana da söylesene' der gibi bakıyor, telefondaki konuşmalardan bir anlam çıkarmaya uğraşıyordu. Biraz sonra iş ortaya çıkmıştı; Köyden gelen telefon, arazi işinin olacağını, görüşmek için onları beklediklerini söyleyince, Metin'in boynuna atlamaya telefon konuşması bitene kadar zor sabretmişti.
Hemen acele ile hazırlanıp, yola çıkmışlardı bile. Metin'in hesabıyla akşama hava kararmadan orada olurlardı. Kış olmasa daha çabuk giderlerdi ama hava yağışlı olduğundan Şebnem hızlı gidilmesine müsaade etmiyordu. Feribottan Yalova tarafına indiklerinde öğle geçmişti. Hafta arası olduğundan feribotta sıra beklememiş, o yüzden zaman bile kazanmışlardı. Yalova'yı geçince gözlerine inanamadılar. Sanki burada iki mevsim bir arada yaşanıyordu. Tamam, aşağı kesimlerde hava soğuktu ama en azından 'eşek donduran' güneşi parlıyordu orada. Kim bilebilirdi ki bu güneşli havadan çıkıp, sekiz on kilometre sonra kar ve tipi ile boğuşacaklarını.
Biraz gittikten sonra, rampanın başındaki geniş yol cebindeki trafik ekipleri, araçları sıraya sokmuşlar, zincir taktırıyorlardı. Metin buna bir anlam veremedi. Tamam eyvallah, yol hariç etrafta kar var. Onu anladık be mübarekler, ama yolda bir gram kar değil, su yok su! Dondurucu soğuktan eli ayağı morarmış bir trafik polisi, gözlerinin hizasına kadar yüzüne sardığı beyaz atkısını aralayıp, sesindeki sinirli tonu elinden geldiğince bastırmaya çalışarak, "Beyefendi hoş geldiniz. Biraz ileride yol trafiğe kapalı. Yolu aralıklarla tek şeritten vermeye çalışıyoruz. Lütfen burada zincirlerinizi takınız." deyince, Metin doğal olarak şaşırmıştı, İstanbul'dan çıktıklarında hava günlük güneşlikti. Değil zincir takmak, yanına zincir almak bile aklına gelmemişti. Memurun bu sözleri karşısında şaşaladı, "Memur Bey kusura bakmayın ama İstanbul'da hava şey olunca... Zincir de şey..." diyerek, bir şeyler geveleyince ağzında, sabahtan bu saatlere kadar, Metin gibi kim bilir kaç kişi ile bu tip konuşma yapmaktan artık gına gelen trafik polisi, kızgınlığını zorla bastırmaya çalışsa da sonunda patladı, "Olmaz kardeşim, zincirsiz gidemezsiniz!" dedi sinirli bir şekilde. "Zaten sizin gibi düşüncesizce yola devam eden birkaç araç sürücüsü yolu kapatmış, polis arkadaşlar da bu karda tipide, yukarıda onları kurtarmaya çalışıyorlar. Bu kendini bilmezler yüzünden, hem iyi niyetli vatandaşlar yolda kalıyor, hem de devletin memuru böyle per perişan oluyor." Burada 'düşüncesiz ve birkaç kendini bilmez' vatandaşlardan biri de Metin oluyordu. Polisin bu sözleri üzerine diklenecek gibi oldu. Şebnem'in sert kaş çatışları ile karşılaşınca, yelkenleri suya indirdi. Dağ başında polisle cebelleşmek de neyin nesiydi?
"Abi biz dönelim o zaman."
"Gidin şehirden kendinize zincir temin edin, öyle gelin!"
"Tamam abi, kızma."
"Allah Alah, çattık." diye söylenen Metin geri dönmek için, aracını orta refüjün geçiş yerinden karşı şeride geçirirken, uygun bir yere tezgâh açmış fırsatçı vatandaşlardan biri, çığırtkanlık yapıyordu. "Haydi! Yolda kalanlara, zorda kalanlara, karda kalanlara... Zincir var!" Metin'in yüzü ışıdı. "Hah! İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş."
Şebnem bıyık altından gülümsedi, 'Hey yurdum insanı, zor zamanlarda kendine nasıl da işler icat eder. Bu sadece bizim insanımıza mahsus zekâ ürünüdür' diye düşünmekten kendini alamadı. Metin araç ile yanaşıp, "Birader zincir kaç para?" diye sorunca, sırıttı adam. "Pazardan salatalık mı soruyorsun abi. Tek fiyat, yüz kâğıt!" deyince, Metin elini camdan dışarı çıkarmış, ağzından tükürükler saçarak bağırıyordu gençten yana "Yuh! Soygunculuk bu be!" diyerek. Sakallı genç, umursamaz bir tavırla konuştu. "İşine gelirse."
Metin iyice zıvanadan çıkmıştı. Bak bak. Bir de 'işine geliyorsa' diyor. Ulan fırsatçıya bak sen! Metin işi gücü bırakmış, adamla dalaşacakken Şebnem kısık sesle konuşarak araya girdi, "Metin ne yapmak niyetindesin sen?" dedi ona yavaşça. "Kolay kazandığın paraların diyetini ver bakalım." diyerek, Metin'in şaşkın bakışları arasında aşağıya inip satıcının yanına gitti. Cüzdanından beş yirmilik çıkarıp uzattıktan sonra, bir yirmilik de sonra verdi. Kibar ses tonuyla, gülümsemeye çalıştı Şebnem. "Siz eşimin kusuruna bakmayın, aşağıda basit bir trafik kazası geçirdik," dedi. "Onun etkisiyle biraz sinirli, şu yüz lira zincir parası." Sonra da arabayı göstererek, "Rica etsem size zahmet olacak ama zinciri takarsanız şu da el emeğiniz olan yirmi lira... Lütfen." dedi. Adam, "Emrin olur abla." derken Şebnem, Metin'in hayretten ağzı bir karış açık kalmış haline bakarak, yüzünde koca bir gülümseme ile araca bindi. Onun iki elini ellerinin arasına alarak, 'sakin ol bakalım koca bebek' der gibi işaret yaptıktan sonra torpido gözünden, yeni okumaya başladığı 'Bir Çift Yürek' kitabını eline alıp, kaldığı yerden sakin sakin okumaya devam etti.
Biraz sonra zincirleri taktırmışlar ama yerlerde kar birikintileri olmadığından, lâstiklere zarar gelmesin diye çok yavaş gidiyorlardı. Yolun ilerisindeki virajı döndüklerinde kış kendini uzaktan da olsa farkettirmişti. Yanlarından, kumla karışık tuz yüklü bir kamyon hızla geçti. Karayolları yol açma araçları çalışıyordu. Tepeye yaklaştıkça işin vehameti ortaya çıkmıştı. Vay vay vay... Araçlar upuzun kuyruk olmuş, sanki santim santim ilerliyor, bazen duraklayıp bazen hızlanıyorlar, zaman zaman da uzun duraklamalar oluyordu.
Bu sırada Şebnem kitabına dalmış, fırsattan istifade sıcacık arabanın içinde keyif çatıyordu. Şebnem ne kadar telâşsızsa, Metin bir o kadar huzursuzdu. Olmadık yerde araç kuyruğundan çıkıyor, biraz mesafe katetmek için aralara girmeye çalıştıkça da diğer sürücülerle dalaşıyordu. Şebnem onun yaptığı bu çocukça şeyleri gülerek seyrediyor, şimdilik müdahale etmemeye özen gösteriyordu. Bu, erkeklerin genlerinde vardı herhalde. Evde bir kediden daha munis olan erkekler, direksiyon başına geçmeye görsün... Aman Allahım! Hepsi birer aslan, hepsi birer trafik canavarı kesiliveriyordu. O sert vites değiştirmeler, sinyalsiz sola çıkışlar, sağdan geçmeler, birbirlerine el kol hareketleri... Neler, neler.
Aslında gökyüzünde puslu bir güneş vardı ama sert esen tipi yüksek yerlerden aldığı karları yola yığıyor, araçların geçişini engelleyecek doğal setler meydana getiriyordu. Trafik ekipleri ile ortaklaşa çalışan karayolları araçlarının çabalarıyla, Süpürgelik Mevkii'ni zor da olsa aşmışlar, Orhangazi'ye doğru rampa aşağıya yöneldiklerinde, sanki bıçakla kesilmiş gibi kış birden yok olmuştu. 'Hey Allahım! Sanki senin bütün öfken buraya mıydı, tövbe ya Rabbi' diye içinden geçirdi Metin. Hemen sağa çekip, acemice zincirleri çıkarıp bagaja koyduktan sonra son sürat, yollarına devam etmişlerdi.
Zorunlu olarak geç kaldıkları için yoldan köyü aradılar. 'Merak etmemelerini, akşama doğru orada olacaklarını' bildirseler de yol hali belli mi olur, akşam ezanları okunurken köy meydanına ancak girdiler. Köyde biraz kar vardı ama yollar açık olduğundan, bir sorun yaşamamışlardı.
Kahve önündeki ihtiyarlardan biri karşıladı. "Hoş geldiniz, nerdeyse gelemeyecektiniz."
Şebnem'e yer gösterdikten sonra, Metin de bir sandalye çekti altına, "Hoş bulduk da bu güzelim havada yolda bir yerde tipiye tutulduk, inanılmaz. Orasını geçene kadar akla karayı seçtik." diye dert yanınca, ihtiyarlardan biri söze karıştı. "Ee... Kış hali bu, belli mi olur? 'Sen işini kış tutacaksın, yaz çıkarsa bahtına.' Ne güzel demiş atalarımız." dedikten sonra, yanlarında oturan ama köyde oturmadığı giyiminden kuşamından belli olan birini göstererek, "İşte Hüseyin Bey," dedi. "Gerçi biz ona 'Manavların Hüseyin' derdik ama şehirli oldu ya, artık 'Hüseyin Bey' diyoruz. Buralara da pek sık gelmiyor eskisi gibi." deyince, Hüseyin Bey biraz kızarak lâfa girdi, "Amma yaptın sen de Mehmet Dayı," dedi ona sitem ederek. "Sen bari söyleme böyle, beylik kim, biz kim? Şehir yerde sen geçimin nasıl olduğunu biliyor musun? İçi beni dışı seni yakar. Mecburiyetten oralarda bir yaşam kurmak zorunda kaldık. Ben de iyi kötü işe girdim çalışıyorum. Kapıcılık falan işte. Çocuklar da okuyor. Gel bakalım köye gelebilirsen. Sen tabii rahatsın, ondan böyle konuşursun."
Mehmet dayı hafiften tebessüm ediyordu ama dediğine pişman olmuştu sanki. Hüseyin devam ediyordu söylenmesine. "Orman dibindesiniz. Yazın kestiğin yakacak için ayırdığın on ton odunu attın mı eve, oh ne alâ. Şehirde kömürün tonu kaça biliyor musun sen? Doğalgaz falan gelecek diyorlar ama sanki o ucuz mu olacak? Bir pisliği olmayacak, işte o kadar."
Satılacak arazi için ara yapmaya çalışan Salim girdi araya. "Mehmet dayı, arkadaşıma yüklenmesen olmayacak sanki. Şunun şurasında misafir gelmiş, onu da ben çağırdım. Adamı pişman ettireceksin gelip geleceğine." diye dert yanınca, Mehmet dayı bastonu ile Salim'i dürttü. "Ben şaka takıldım canım, bu gençlere bir şey denmiyor, hemen celalleniveriyorlar. Boş verin onu bunu da... Hüseyin bak, senin araziyi almak isteyen genç arkadaş bu işte."
Metin kendini ve eşini tanıttıktan sonra, konuşmaya girdi. "Hüseyin Bey, biz rastgele geldiğimiz bu köyü ve insanlarınızı çok sevdik. Bir ev alıp oturalım dedik ama ev bulmak zor dediler. Senin arazinin satılık olduğunu Salim arkadaşımız söyledi."
Hüseyin, önündeki ince belli bardaktaki çaydan büyükçe bir yudum alarak, konuşmaya başladı. "Metin Bey, köyden de çok istediler ama bizim buralarda arazi para etmiyor. Ben de ucuza vermek istemediğimden öylece kaldı. Tarlayı iyi bir fiyata verebilirsem, bu yıl çocuğun okulunu rahat çıkarırız. İstanbul'da okuyor. Bu sene son. İnşallah bitecek."
"Allah zihin açıklığı versin Hüseyin Bey. Ne kadar istiyorsun araziye?" diye sorunca Metin, Salim burada müdahale etmek zorunda hissetti kendini. Böyle pazarlık mı olurmuş? "Hop hop, ağır olun bakalım yahu!" dedi şaşkınlıkla. "Daha yeri görmeden pazarlığa oturdunuz. Artık karanlık oldu, gün ola harman ola. Yarın gider görürüz, ondan sonra bir karar verirsiniz. Bu ne ya! Yangından mal mı kaçırıyorsunuz Allahaşkına!" Metin, "İyi o zaman..." deyip kalkmak için izin isteyince, Salim onu omuzundan bastırıp oturttu. "Ne izini? Misafirimizsiniz, yarın erkenden gider yeri görürsünüz."
"Yok yok, biz ilçeye hotele gidelim Recep kardeş. Yarın yine geliriz."
Gülümseyerek, ihtiyar Mehmet dayı söze girdi. "Bu Metin yeğenim de alışacak bizim köy adetlerine, fazla sıkıştırmayın Salim." diyerek, o güleç yüzü ile Metin'e dönerek konuştu. "Hadi evlâdım, sen de söylenenleri dinle biraz, üzme bu arkadaşlarını. İki kişi değil misiniz, ne olacak?. Kalacak yerimiz var çok şükür. Yemekse, Allah ne verdiyse... Birimiz sizi misafir ederiz, sabahleyin de pazarlıkta anlaşırsanız, hemen kasabaya inip tapu işlerini de hallediverirsiniz."
Metin mahcup bir eda ile önüne baktı. "Eh mademki öyle diyorsunuz." derken bu arada, Şebnem'in gözlerine bakarak onay aldıktan sonra, daha da rahatlamıştı. Metin ile Şebnem'in bu gece köyde kalacakları anlaşılınca, misafirleri Recep üzerine aldı. "Hadi bakalım şimdi doğru bizim eve gidelim. Yengem de baksana kahve köşelerinde kaldı kadın başıyla."
Araçlarını köy meydanında parkta bırakıp, hep beraber Salim'in arkadaşı Hüseyin'le birlikte eve doğru yollandılar. Karanlık iyice çökmüş, taşlık dik yokuşu tırmanmaya başladılar. Etraf Şebnem'e o kadar sessiz geliyordu ki çocukluk günleri aklına geldi. Onun da çocukluğunun kısa bir dönemi böyle bir köyde geçmişti ama Metin köy hayatını hiç bilmiyordu. Evlerin yanlarından geçtikçe, aniden köpek havlamalarıyla irkilen Metin, Şebnem'e doğru sokuluyordu. Onun bu tavırları köylüleri bayağı eğlendiriyor ama ayıp olmasın diye gülmelerini zaptediyorlardı. Köy evlerinin damlarında yer yer kar birikintileri vardı. Karanlık çökünce hava birden soğumuş, üşümemek için şimdi hepsi adımlarını biraz daha hızlandırmışlardı. En yaşlıları Mehmet dayıydı ama maşallah en önden o gidiyordu.
Salim evlerini işaret etti. "Geldik zaten, aha şurası..." diyerek dış kapının mandalını kaldırıp misafirlerini avluya buyur etti. Ahırların yanından kalın sesli bir köpek ısrarla havlıyordu. Belli ki bağlıydı, o yüzden Salim hiç oralı değildi. Kahveden çıkarken hanımını telefonla aramış, 'misafirimiz var' dediğinden, hanımı dışarı çıkıp sofadaki ışığı yakmış, kapıya kadar onları karşılamaya çıkmıştı.
Şimdi evdeydiler. Burası bildik, tipik bir köy eviydi. İçerisi o kadar sıcaktı ki bütün odaların kapılarını açmışlar, salon şeklindeki girişte yanan el yapımı soba, kalorifer gibi her yanı ısıtıyordu. Gürül gürül yanıyordu. Bu ilginç bir sobaydı; Ateş yanan yerin hemen yanında fırın gibi bir yeri vardı ve üzerinde bulunan güğümde de su ısıtılıyordu. Sanırım kuzine dedikleri bu olsa gerek. Burası orman köyü olduğundan, yakacağa para verilmiyordu anlaşılan. Onlar gelmeden Salim'in hanımı sofrayı hazırlamış, şimdi hepsini diğer odaya yemeğe buyur etti. Metin'e yemeklerin tadı biraz değişik gelse de şimdiye kadar hiç tatmadığı bu yemekler hoşuna gitmişti. Şebnem gözucu ile Metin'i süzüyor, yemeye öylesine dalmıştı ki etraftan utanmasa ekmeği banıp, tabakları sıyıracak gibiydi.
Biraz sonra yemeklerini yemişler, erkekler diğer odaya çekilip dereden tepeden, en çok da siyasetten lâfa dalmış, kadınlar ise sofrayı toplayıp bulaşıklar yıkadıktan sonra öteki odada Salim'in hanımı, annesi ve Şebnem üçü hemen tanışıp kaynaşmışlardı.
Gece yarısına kadar yapılan tatlı sobetlerden sonra uykuya geçilmiş, dingin bir uykunun ardından sabah erkenden kalkıp, güzel bir köy kahvaltısı yaptıktan sonra, hep beraber Metin'in alacağı araziyi görmeye gittiler. Uzak bir yere gideceklerini sanıp, köy meydanından arabasını almak istediğinde, Metin'e güldüler. Çünkü gidecekleri yer köyün hemen yanıydı. Zaten köy ne kadardı ki? İki yüz metre kadar yürüyünce köyün kenarına vardılar. Hüseyin eliyle araziyi gösterdi. Gerçekten güzel bir yerdeydi. Köyün bu tarafında, köy tarlalarının başladığı yerin hemen bitişiğiydi. Hatta yeni evlenen çiftler bu arazinin etrafına ev yapmaya başlamışlardı bile. "Metin Bey, şu gördüğün arazi benim." diye söyleyip, eliyle bayağı geniş bir yay çizince Manavların Hüseyin, arazinin bu kadar büyük olabileceğini tahmin etmemişti Metin. Onun düşündüğünden kat kat fazlaydı. İçinden, 'burayı almak için çok para lazım' diye geçirirken, Hüseyin konuştu. "Bak arkadaşım lâfı fazla uzatmaya gerek yok. Ben burasını kendim için ayırmıştım ama kısmet değilmiş. Burası tahmini dört dönüm falan ediyor. Tam tamına on beş milyar istiyorum." deyince hemen Salim atıldı. "Yapma be Hüseyin! Bizim buralarda tarlalar o kadar etmiyor daha... Ne yaptın sen? Gel şunu on yapalım." Metin arazinin büyüklüğünü görünce, daha fazla isteyecek zannederken, on beşi duyunca sevindi, hemen atıldı. "Tamam, kabul ediyorum... Hemen ilçeye inip üzerimize devir işlemlerini bitirelim." Metin'in arazi fiyatında pazarlık dahi etmeden verilen bu rakamı hemen kabullenmesi Salim'i bir hayli şaşırtmıştı. Köy yerinde el kadar arazi bu kadar eder miydi hiç? Bunu duyan açgözlü arazi sahipleri de artık fiyatı iyice yükseltirlerdi.
Hep beraber Metin'in arabası ile kasabaya inmişler, akşam olmadan noter, tapu, vergi dairesi ne varsa her işi bitirip hem yorgunluk atmak hem de karınlarını doyurmak için, köprü başındaki Yenice Köfte'ye oturmuşlardı. Yemekleri yiyip üzerine de kahveleri içtikten sonra, Metin hesabı ödemeye niyet ettiyse de Hüseyin Bey hemen farkedip engelleyince, oradan şakayla karışık Salim söze girdi. "Metin Bey bırak canım o ödesin, çok iyi bir satış yaptı zaten," dedi şaka yollu. "Bundan sonra bizim köyde o civarda biri arazi almak isterse hemen bizim Hüseyin'i örnek gösterecekler." deyince, Manavların Hüseyin bu söze alınmıştı. "Yapma Salim kardeş sen de ya." dedi ama hemen Metin araya girerek durumu düzeltmek ihtiyacını hissetti. "Yoo öyle deme Salim kardeş, biz alışverişten memnunuz. Bu güzel köyde, bu temiz kalmış insanların arasında, bizim de bir yerimiz yurdumuz olacak ya, o bize yeter."
Ayrılık zamanı gelmişti... Havalar düzeldiğinde hemen arsalarına acele bir ev yapıp, bu yazı burada geçirmeyi planlayan Metin'le Şebnem, Bursa'ya Hüseyin Bey'i de arabaları ile götürmeyi teklif ettiler ama rahatsız ederim diye çekinen Hüseyin Bey, "Burada birkaç akrabama uğrayacağım." pembe yalanının arkasına sığınarak, teklifi kibarca reddetmişti.Bursa'dan geçerken, Şebnem'e sürpriz yapıp Uludağ'a götürmüştü onu. Kendini beyaz cennetin içinde bulan Şebnem, o gün çocuklar gibi sevinmiş, köyde çocukluğu geçtiği günlerden beri, böyle doyasıya karda oynamamıştı.
"Şebnem, hadi üşüteceksin ama bir tanem, içeri girelim artık." dese de Metin, saatlik olarak kiraladıkları kayak takımının üzerinde acemice durup kaymaya çalışırken, bir taraftan lâf yetiştiriyordu Şebnem. "Tamam Metin'im, az sonra geliyorum. Bak kaymayı bayağı öğrendim. Seneye geldiğimizde acemilik çekmeyeceğim." deyince, Metin içinden bir 'lahavle' çekti. Duyan da sanki her yıl Uludağ'a geliyor sanacak. Neyse, hevesini kırmamak için biraz daha dışarıda oyalanan Metin, baktı ki Şebnem'in bırakacağı yok, eliyle 'tamam, hadi bırak' gibi bir işaret yapıp yanına çağırdıktan sonra, hotelin kafeteryasına girdiler.
Şebnem, çok sevdiği sıcak çikolatasını söylemiş, Metin de milli içkisi adaçayını keyifle, sıcacık ortamda yudumluyordu. Cam kenarındaki oturdukları masa, alabildiğine güzel bir kar manzarası ziyafeti çektiriyordu. İnsanları buradan seyretmek bir başka güzeldi. Kayak kaymayı yeni öğrenenler, karda gezen çiftler, kızakla oradan oraya koşuşturan çocuklar, onların aralarından ustalıkla geçen ustalaşmış kayakçılar... Uludağ'ın bu muhteşem güzelliği karşısında Şebnem'in adeta dili tutulmuştu. Buraya günübirlik geldiklerinden, otelde yer bulamamışlar, mecburen akşam karanlığında Bursa yollarına düşmüşlerdi.
Önce yola devam etmeyip Bursa'da kalmayı düşündükleri sırada, Sedat'tan gelen bir telefon işin seyrini değiştirmişti. Söylediğine göre, yine güzel bir plân vardı. Onlar olmadan da yapabilirmiş ama paradan mahrum kalmamaları için, bir teklif edeyim demişti. O yüzden, detayları yarın erkenden görüşmek için, Bursa'da kalmadan bu gece İstanbul yollarına düştüler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...