İşte can sıkıcı buluşma anlarından biri. İki Numara'nın malum odası... Sırtlan yine bildik tavrıyla, gayet vakur ama terbiyeli bir şekilde ayakta dinleme vaziyeti almış, projektörlerin göz kamaştırıcı ışığı karşısında, kürsüden yükselen mekanik sese kulak veriyordu.
"Bak Sırtlan ne yapsak yaranamıyoruz. Benim olduğum kadar, sen de farkındasın herhalde. Dediklerine göre bu son görevlerden biri olacakmış, ama herhalde kısa bir süre için. İşe ne kadar yarar bilinmez, ondan sonra yine bize dönerler, merak etme sen. Ama bir gerçek var ortada ki bizim yöntemlerimizin şimdilik pek bir işe yaramadığı söyleniyor." deyince, Sırtlan usulca konuştu. "Ama efendim, onlar ne söylüyorsa onu uyguluyoruz. Biz kafamızdan birşey uydurmuyoruz ki!" İki Numara yüksek kürsünün arkasından, huzursuz bir şekilde kıpırdadı, "Ben de biliyorum bunu koçum, ama ne yapalım," dedi. "Onlar öyle diyorlarsa, öyledir. Bırakalım da kendi yöntemleri ile halletsinler bakalım. Korkarım ülkeyi kan gölüne çevirecekler. Şimdilik bunu bir kenara bırakalım, sen hazırlıklarını tamamladın mı? Ne diyorsun?" diye sorunca, hafif bir öksürükle boğazını temizledi Sırtlan. "Ben bu konuda geçenki olayda olduğu gibi Sedat'tan yardım aldım. Sağolsun o da bizden yardımlarını esirgemiyor. Ama biz de onu, İstanbul piyasasında kollayıp ezdirmiyoruz."
"Kim bu Sedat? Sıkışınca ötmez değil mi?"
"Yok efendim... Sağlam bir arkadaş, iyi bir milliyetçi."
Rahatlamıştı İki Numara. "Tamam, iyi iyi. Kusura bakma bu günlerde kime güveneceğime bilemeyecek duruma geldim de." diyerek gönlünü aldı onun. "Şuraya bakın, akıl alacak gibi değil! Kendi ülkemde bana bombalama eylemi yaptıracaklar. İşler gittikçe kötüye gidiyor, Allah sonumuzu hayır etsin." diye hayıflandı. Bu arada Sırtlan, anlatacağı esas konuya girebilmek için sabırsızlanıyordu. Ama İki Numara'nın sızlanmaları bir türlü bitmek bilmiyordu. Büyüklerin işine akıl sır erecek gibi değildi. Yok öyle olmuş, yok böyle olmuş... Bu gibi karışık işler Sırtlan'ın işi değildi, o vurur geçerdi... Arkasına bile bakmadan. Önce yutkundu Sırtlan, "Efendim hazırlıklarımızı tamamladık, uygun anı kolluyoruz," dedi sesine kendine güvenmişlik havası vererek. "Sedat yine Trabzon'da çocuk yaşta bir delifişek daha kandırmış. Vallahi genci zor zaptediyoruz, artık ne söyleyip onu azdırdıysa... 'Abi bırakın beni çok darlandım, birkaç tane Ermeni vurup geleyim' diyor, başka bir şey demiyor. Bana geçenlerde verdiğiniz gazete küpürünü Sedat'a vermiştim." diyerek başını kaldırdı. İki Numara müdahale etmeyince konuşmaya devam etti. "Şubat 2005 tarihli Ermeni gazetesindeki bir köşe yazarı yazısında, 'katledilen binlerce Ermeni yetim kızından birinin, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen olabileceğinden' bahsediyordu." İlgi ile dinliyordu İki Numara 'sen devam et' der gibi. O yüzden, hevesle anlatıyordu Sırtlan. "İşte o küpürü, Sedat herhalde bu gence de okuttu ki çocuk deli danalar gibi yerinde duramıyor. Sedat da Karadenizlilerin ruh yapısını çok iyi bildiğinden, iğneyi nerden batıracağını iyi tahmin ediyor. Ama biz yine işi şansa bırakmayıp, tam kadro orada olacağız yine ne olur ne olmaz."
Bu kritik bir görev olduğundan, hata istemiyordu İki Numara. "Sırtlan, iyi dinle," dedi hafifçe öksürerek. "Her suikastte dediğim gibi, bunda da öyle acemice davranılacak ki sokaktaki yeni yetme bebe bile, bu işin 'Derin Devlet' eli ile yapıldığını anlaması lâzım. İşin içine devlet memurlarını ya da jandarmadan kimseleri koyabilirsin. Senin sağda solda, değişik illere dağılmış, Güneydoğuda görev yaptığın emniyetten ya da jandarmadan bir sürü arkadaşın vardır. Onlardan da yardım alıp, sanki bu suikasti destekler mesajlar verdireceğiz kamuoyuna. Mesela yakalandığı zaman onu kolladıklarını göstersinler. Bunu da medya önünde göstere göstere yapsınlar. Fotoğraf falan çektirirken yanında dursunlar, eline Türk bayrağı falan versinler, anlarsın ya... Sen bilirsin işini, anlatmama gerek yok. Şimdiye kadar yaptıklarımızı bir türlü yukarılara beğendiremedik ama bu gerçekleştireceğimiz olaydan umutluyum. Çok ses getireceğine inanıyorum. Haa... Tabii bu konuda tek güvendiğim sensin, biliyorsun."
İki Numara'dan aldığı övgülerle, Sırtlan içinde bir rahatlama hissetti. Bu kadar kan, gözyaşı içinde görevden göreve koşarken, arada bir böyle övgü dolu sözler duymak işin stresini azaltıyor, rahatlatıcı bir etki yaratıyordu. Hem de ona bir motivasyon oluyordu.
Biraz sonra iki Numara'nın yanından ayrıldığında, yine o bildik zorlu yollardan geçilirken, ne kadar sıkılsa da bu onun işiydi, yaşam tarzıydı. Uzun bir araba yolculuğundan sonra, Eskişehir yakınlarında bir benzinliğin ilerisinde, yol kenarında bırakılmıştı yine. Gözünden bağı çözdüğünde, yirmi metre kadar önünde yoluna son hızla devam etmekte olan, buraya kadar yolculuk ettiği konforlu minibüs o değildi sanki. Düşecekmiş gibi sallanan tamponuna, çamurdan görünmeyen camlarına, çarpık çurpuk kaportasına, yamalı bohça gibi boyasına bakarken arkasından, Sırtlan kendi kendine tebessüm ediyordu.
Birden arkasında, homurtulu bir motor sesinin ardından, acı bir frenle irkildi Sırtlan. Ardından Celal'in cırtlak sesi duyuldu... "Abi biz geldik!" Beti benzi atmıştı Sırtlan'ın. "Oha! İyi bok yediniz. Üstüme çıksaydınız bari. Oğlum Celal, 'sen manyaksın' diyorum da inanmıyorsun lan!"
"Şey abi..."
"Yaa bırak abiyi şimdi! Hadi bu yanındaki embesil şoför bunu düşünemez, sen uyarsana hıyar! Altıma kaçıracaktım korkudan nerdeyse lan ibneler!"
Celal Sırtlan'ın huyunu çok iyi bildiğinden sesini kesmiş, fırtınanın dinmesini beklerken, o hâlâ ateş püskürüyordu. "O kadar tehlike atlat, ondan sonra gel yol kenarında niyazi. 'Ahha şimdi üzerime bir araba çıktı' dedim. O ne hız, o ne fren yavşak! Yavaş olsanıza!"
Yavaşça konuştu Celal. "Abi, ben buna biraz yavaş sür dedim ama uzaktan seni böyle yol kenarında, taşın üzerinde otururken görünce..."
"Tamam tamam, kes tıraşı! Toparladın mı takımı? Yarın doğru İstanbul'a. Bu işi yarın bitiriyoruz."
"Evet abi, gönderdim bile. Bizden haber bekliyorlar." Sırtlan, 'iyi iyi' der gibi başını salladıktan sonra, hafif bir şekerleme için mercedesin arka koltuğuna gömülüp, başını da kenara yaslayınca, Celal şoföre çok dikkatli ve yavaş gitmesi hususunu, konuşmadan işaretlerle anlatmaya çalışıyordu.Ocak ayının son günleri olmasına rağmen, İstanbul henüz bu sene kışla tanışmamıştı. Hava soğuk da olsa öyle dondurucu bir esinti yoktu. Sadece boğazdan gelen hafif bir esinti, insanlarda ürpertiler geçirtiyordu. Tabii bunda denizin faktörü olsa da bu sene kimse kış olduğunu söyleyemezdi. Yerler sabah yağan yağmurun etkisiyle yer yer ıslaktı.
Sabahtan beri bu küçük meydanda, sadece dikkatli gözlerin fark edebileceği, pek de olağan olmayan değişik bir hareketlilik göze çarpmaktaydı. Yine de normal bir göz bunu kesinlikle farkedemezdi. Sokağın başında birkaç kişi nöbetleşe bekliyor, bazen şüphe çekmemek için geçiyorlarmış gibi yaparak, diğer köşeden kayboluyorlardı. Gazeteyi geniş açı olarak gözetleyen MoBeSe kamerasının açısına girmemeye özen gösteriyorlardı. Zorunlu olarak girseler bile, dikkat çekmeden başlarını öne eğip, yüzlerini kameradan gizliyorlardı.
Gazeteyi tam karşıdan gören küçük pastahane şeklindeki dükkânda bulunan iki masada, kapı yanına yakın oturan üç kişiden kot takım giyimli, çocuk yaşta, ama iri kemikli bu gencin huzursuz hareketlerini, yanında bulunan iriyarı iki kişi perdeleme çabasındaydı.
Bu arada kaldırım kenarında, deminden beri 'taze simit var!' şeklinde sesini yükseltmeden kibarca bağırıp müşteri çekmeye çalışan bir simitçi, aniden değişik bir perdede, sesini çarpıtarak komik bir şekilde bağırınca, caddeden geçmekte olanların yüzlerinde birer tebessüm yarattı. Ama bu ses, bir işaretti. İşte tam bu sırada, simitçinin değişik bir sesle bağırması ile birlikte, pastahanede bir hareketlenme oldu. Masada oturmakta olan üç kişiden en genç olanı, kot montunun cebinden çıkardığı, baskısız, bembeyaz bir bereyi kafasına geçirip, sağ eli belinin ön tarafında, kot montunun altında sokulu olduğu halde koşarak, gazetenin kapısına bir solukta ulaştı. Herşey göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Birden sokak karıştı. Silâh seslerinden ürken vatandaşlar, kendini siper olarak gördüğü yerlerin arkasına atarken, suikastçi genç silâhını beline sokmaya çalışıyor, aynı zamanda kameraların üstüne doğru koşar adımlarla uzaklaşıp, birden gözden kayboluyordu.
Neden sonra ortalık sakinleşip, insanlar saklandıkları yerden tedirgin bir şekilde çıkınca, acı manzara ile karşılaştılar. Çalıştığı gazetenin kapısının önünde, boylu boyunca yerde yatan köşe yazarı gazeteci, maalesef yaşamıyordu. Kendi kanının üzerine yüzüstü uzanmış, gözleri yarı açık vaziyette, yüzünde hiçbir acı ifadesi yok... Tepkisizce, katillere inat, öylece yatıyordu.Bundan da acı olan bir şeyi Türk halkı, ertesi günkü gazetelerini ellerine aldıklarında, ilk sayfaya basılmış fotoğrafta göreceklerdi. Yıllardır yetimhanede büyüyüp, buralara kadar yükselen talihsiz Ermeni gazetecinin ayakkabısının altının delik olması, din mefhumu gözetmeksizin herkesin yüreğini sızlatacaktı. Ama sadece yüreği olanların yüreklerini. O günün akşamı, bu cinayet Türkiye ve dünya basınında büyük yankı uyandırdı. Tam da AB ilişkileri düzene girmek üzereyken böyle bir cinayetin işlenmesi, görüşmeleri tekrar bilinmez bir tarihe ertelemişti.
Zamanlaması çok iyi düşünülerek gerçekleştirilen bu cinayet diğerleri gibi, Avrupa yolunda Türkiye'nin tam kalbine sokulan bir hançer gibiydi. Fakat Türk kamuoyu, bu cinayeti umulmadık bir şekilde lânetleyerek hem Avrupa'yı hem dünyayı hem de cinayeti kendi lehlerinde kullanacak olan kötü niyetli Ermeni odaklarını bile şaşırtmıştı. İşte Yüce Türk Milletinin bir başka özelliği de buydu işte. Cinayeti kınayan miting şeklindeki cenaze töreninde insanlar sel olup akmış, caddelere sığmamıştı. İşin en ilginci ise, cenaze konvoyundaki yürüyüş sırasında taşınan pankartlarda verilen, 'hepimiz Ermeniyiz' mesajı, tüm dünyayı şaşırtmıştı.
Bu cinayet en çok Ermeni camiasında yankı bulmuş, fakat bu mitingden sonra en ufak bir çatlak ses çıkmamıştı. Gerçi işin şaşkınlığı geçtikten bir hafta kadar sonra Türkiye'deki milliyetçi kesim, cenazede açılan bu pankartlardan rahatsızlıklarını dile getirseler de mesaj çoktan yerine ulaşmıştı. Artık Türkiye'de herkes sesli düşünmeye başlamıştı bu konuda. Bunun saklı bir tarafı kalmamıştı. Seçimler yaklaştıkça, Türkiye'nin istikrarını istemeyen dış güçler bir yerden düğmeye basmıştı. Bunu sonuna kadar götürmeye niyetli oldukları da gün gibi aşikârdı.
![](https://img.wattpad.com/cover/330611789-288-k367189.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
Ficção GeralBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...