İstanbul'un öteki yüzü

1 0 0
                                    

Sert geçen kış mevsiminden sonra ilkbahar kendini o kadar güzel belli etmişti ki bu insanın içini kıpır kıpır yapan havalar, devamlı özgürlüğe alışmış Şebnem'i dışarıya davet ediyor gibiydi. Zaten son zamanlarda Şükran Hanım, Şebnem'in hallerinde bir gariplik olduğunu farketmişti. "Kızım hadi biraz çık dolaş, bak sezon bitmek üzere. Ders çalışmaktan gezmeye vakit bulamadın. Ben senin gibi genç olacaktım ki... Bu dükkânda bir dakika bile durmazdım."
"Ama Şükran teyze..."
"Aması maması yok. Patron ben değil miyim deli kız? Aa, bana karşı mı geliyorsun yoksa? Fark etmiyorum mu sanıyorsun, şuna bak! İki de bir saatine bakıp duruyorsun." deyince, Şebnem'in yüzü hafifçe kızardı, koşarak Şükran Hanım'ın yanaklarından ıslak bir şekilde öptü ve giyinmek için odasına koştu. Bir çırpıda üzerine askılı bir tişört, altına da açık renkli ince kumaştan, uçuşan bir etek geçiren Şebnem, hiçbir zaman yanından ayırmadığı çantasını da koluna takarak, uçarcasına kapıdan çıktı.
"Ee, gençlik işte..." diye gülümseyip iç geçiren Şükran Hanım, gözlüğünü burnunun üzerine iyice indirerek, elindeki gazetenin emlak ilanları bulunan sarı sayfasını, bıraktığı yerden okumaya devam etti.

Şebnem'in bu kadar sevinçli olmasının başka bir sebebi daha vardı. O uzun internet gecelerinde, kendini erkek gibi tanıtıp çetleştiği ve kız sandığı kişinin erkek olduğunu öğrenmiş, günlerce birbirlerini bu şekilde oyaladıkları için, çok ama çok gülmüşlerdi. O yüzden, bir kereye mahsus buluşup görüşmek için her ikisi de can atmış, ama nedense ikisi de birbirlerini görünce içlerinde bir kıpırtı olmuş ki bir ayı geçkin süredir fırsat buldukça buluşuyorlardı. Metin, Gülhane parkındaki buluşma yerine Şebnem'den biraz önce gelmiş, hafif hafif volta atıyordu.
"Hişt! Yakışıklı, birini mi bekliyorsun?" deyince Şebnem, sesin geldiği yöne dönen Metin, onu yosunlu bir kayanın üzerinde otururken buldu. "Yaa... Senden korkulur kız! Ne zaman geldin?"
"Beş dakikadır burada, kayanın arkasından seni izliyorum. Eğer şu yanından kırıta kırıta geçen İstanbul yosmalarından birine gözün kaysaydı, oyacaktım onları."
"Sen çok bilme bakalım, gel şöyle."
"Ayy, yapma! Ben kendim inerim."
Şebnem, sanki Metin'in ellerinden kurtulmaya çabalarmış gibi yapıyor ama her ikisi de biliyordu ki bu sadece cilveydi. Kayanın üstünde oturmakta olan Şebnem'in çıplak koltuk altlarından tutup, bir çırpıda onu aşağıya alıveren Metin, onu yavaşça yere bırakacağı sırada geri çıkarken, birden ayağı yerdeki ağaç köküne takılınca, beraberce yere düştüler. Şebnem'e bir zarar gelecek diye, düşerken sıkı sıkı belinden sarılınca, bir müddet yerdeki kuru ağaç yapraklarının üstünde yuvarlandılar. Sonra kalkıp üzerlerini silkeleseler de yanlarından geçmekte olan yaşı geçkince bir çiftin manidar bakışlarından kurtulamadılar. Hem birbirlerinin üzerinde kalan tek tük yaprakları temizliyorlar hem de kendilerini gülmekten bir türlü alıkoyamıyorlardı. Gülme krizine tutulan Şebnem kasıklarını tuta tuta zorla yürümeye çalışıyordu. Baktı ki olmayacak, bir bankın üzerine yığılırcasına oturuverdi. Metin bu... Boş durur mu? O da yanına gelip banka uzunlamasına yatarak başını Şebnem'in kucağına koydu. Gelip geçenler, kıskanç gözlerle bankın üzerinde gülüşerek oynaşan bu iki gence bakarak, "Zamane gençleri işte ne olacak." gibi bir şeyler mırıldanıp geçerlerken, gençliklerinde yapamadıklarının hıncını çıkarıyorlardı akılları sıra.
Metin, bilgisayar merakı yüzünden, kafası cin gibi çalıştığı halde liseden sonra eğitimini devam ettirememiş, kafelerde, orada burada birkaç sene kadar sürtüp, bilgisayar kurulum ve yazılımları ile ilgili bir firmaya girip iki sene kadar çalışmıştı. Köylerde, varoşlarda, üçüncü sınıf mahallelerde yaşayan her Türk gencinin büyük bir çoğunluğu gibi nedense askerliğini Güneydoğu'da yapmış, vatan borcunu aslanlar gibi tamamladıktan sonra, oralarda yaşadığı bir sürü iyi kötü anıyla geri dönüp, eski işine kaldığı yerden devam etmişti. Çalıştığı şirket ondaki ışığı görmüş olacak ki 'askerliğin bitince işin seni bekliyor' dediklerinden, döndüğünde iş bulma yönünden bir kaygısı olmamıştı. Bir senedir de eski işinde canla başla çalışıyor, aynı zamanda kendi branşı ile ilgili iki yıllık teknikerlik okuyordu. Bu sene sondu. Okulunu bitirecek duruma gelmişti. Şebnem de ilk günler 'okuyorum' yalanının arkasına sığınmıştı ama Metin'in cin gibi gözlerinden bir şey saklanamayacağını anlamış, ucundan kenarından kendi hikâyesini birazcık anlatmıştı. Bu büyük sırrı öğrenen Metin biraz şaşalasa da içinden bir şeyler hissettiği bu kıza teselli vermiş, korkmamasını ve daima yanında olacağı garantisini vermişti.
"Kızım sen ne yapmışsın?" diyordu hayretle. "Derin Devlet'in büyük balıklarından biriyle okyanusun dibinde burun buruna gelmişsin ve oradan onlara yem olmadan sağ çıkmışsın! Ben sana başka bir şey diyemiyorum, sadece şapka çıkarıyorum." diyerek abartılı bir şekilde reverans yapınca, "Şaklabanlık yapma, canına okurum bak! Biliyorsun yaparım. Geçen gün beni kızdırdığında seni nasıl şaka da olsa yerden yere çarpmıştım. Ondan sonra etrafa rezil olmuştun, hatırlatırım." diyen Şebnem, onu şakadan paylıyordu. Metin şimdi yere çömelmiş, gülmemek için bir taraftan büyük çaba sarfediyor, bir taraftan da eliyle 'Tamam tamam pes, yaparsın' der gibi işaretler yapıyordu.
Metin, Şebnem'den bir on santim kadar uzundu ama dal gibi de inceydi. Şebnem onunla, "Oğlum, anan sana meme vermedi herhalde." diye dalgasını geçse de Metin'in de cevabı aynıydı. Çünkü al birini vur ötekine... O da onun gibi zayıftı. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu.
Hava henüz kararmaya başlamasa da aileler yavaş yavaş ortalıktan çekildiğinden, park ıssızlaşmaya başlamıştı. İşte yine zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlayamamışlar, nerdeyse akşam olmuştu bile. Şimdi adımlarını sıklaştırmışlar, bir an önce buradan çıkmak istiyorlardı. Çünkü burası İstanbul'du... Belâ geliyorum demez, azıcık fırsat verdin mi anında gelip seni bulurdu. İti an çomağı eline al derler. İşte korktukları başlarına gelmiş, giyimleri tinercilere benzemese de onları takip eden bu iki gencin niyetinin kötü olduğu hareketlerinden belli oluyordu. Şimdi yanlarına iyice sokulmuşlar, iki kişi olduklarından ve Metin'i de sıska görüp gözlerine kestirdiklerinden olacak, lâf atmaya, sırnaşmaya başlamışlardı bile.
"Ne oldu lan! Tenhalarda manita ayıklama hareketleri he?"
İşte bu tipler böyledir. İkisi üçü bir araya geldi mi aslan kesilirler, ama yalnız oldular mı, it gibi olurlardı. "Ne cevap vermiyorsun lan?" diye sataşıyorlardı Metin'e. "Ucundan azıcık biz de tadalım." derken diğeri pis pis sırıtıyordu. "Tamam tamam, korkmayın. Bugün o işi başka yerde gördük, bize birazcık sizin cüzdanlarınız lâzım. Ödünç olarak canıım. Aslında hanım kızımız erkek görecekti ama ne yapalım kısmet değilmiş, hah hah haa!" Metin'in tepesi atmıştı... Birden durup Şebnem'in elinden tuttu ve onu arkasına doğru çekerek, "Beyler lütfen yolunuza gidin, bizimle uğraşmayın!" diyerek diklenince, iri yarı olanı ileri doğru atılarak, "Uğraşırsak ne olurmuş lan hamam oğlanı?" deyip, Metin'in yakasından tuttuğu gibi, çalılıklara doğru fırlattı. Şebnem bir şeyler yapmazsa İstanbul'un varoş serserilerinin elinde yem olacaklarını anlamıştı. O cılız, sıska vücudu ile bir panter gibi dikildi karşılarına. "Ulan kırolar! İstanbul'u ne hâle getirmişsiniz. Sizleri adam sayıp bu güzelim kent kabullenmiş ama siz ne yapmışsınız? Gelip içine sıçmışsınız. İki arkadaş beraber gezemeyecek miyiz, ha? İki kişisiniz diye kendinizi bir bok mu sanıyorsunuz ibne kılıklılar?" deyince, iki varoş serserisi şaşırmış, sanki abondone olmuşlardı. Bu sıska kız kurusu neler söylüyordu böyle?
Varoş kalıntısı, sonradan görme şehir bozuntusu, kenar mahalle piçi, ağzını yayarak iyice yavşadı. "Bak işte oğlum, ben sana söylüyordum da inanmıyordun. Sen memleketten yeni geldin, bilmezsin. Bunlardan İstanbul'da bolca bulunur. Orospu, bunun böylesine derler. Gördün mü bak, nasıl da kaşınıyor." dediğinde, Şebnem iyice havaya girmişti artık, tutabilene aşkolsun. "Öyle uzaktan konuşmak kolay tabii... Gel de kaşı bakalım orospunun çocuğu!"
Metin, belini yerdeki ağacın köküne çarpmış, değil kalkmak, nefes bile almakta zorluk çekerken, Şebnem'in bu pervasız çıkışını görünce gözleri fal taşı gibi açılmış, çaresizlik içinde olanları seyrediyordu. İri olanı diğer arkadaşını eli ile itekleyerek, "Yürü lan Şehmuz," dedi ağzından salyalar akarak. "Bu defa önceliği sana veriyorum anasını satayım. Sen bu orospuyu iyice becer. Ben de buradan, şu belini tutup oturmakta olan eniştemle beraber bir güzel seyredeyim." deyince diğer serseri, sırıtık bir şekilde ileri çıktı.
"Tamam abi, emrin olur. Yeter ki sen iste."
'Ee kızım Şebnem, o gördüğün dövüş tekniklerini hayatta uygulamanın sırası geldi. Ama sakın aikidonun ruhuna karşı gelme, sadece kendini savunacaksın' diye kendini telkin ettikten sonra, üzerine laubali şekilde yaklaşan bu gencin, sırnaşıkça yanağından makas almak için ileriye uzanan pis elini, narin parmakları ile avucunun ortasından sıkıca tutup, hızla topuğunun üzerinde dönerek aniden bir adım geri çekilince, şımarık varoş piçi daha ne olduğunu anlayamadan, yüzükoyun yere yapışmıştı. Şebnem şimşek gibi iki adım geri çekilip, sanki hiçbir şey olmamışçasına sakince bekliyordu. Bu sıska kızdan böyle bir hareketi, akılların kenarından bile geçirmeyen iki serseri şaşkınlıktan donakalmıştı. İri olan genç, "Şehmuz, ne oldu lan? Kız seni paspas yaptı oğlum," dedi otuz iki dişini birden göstererek. "Ben bundan sonra seni yanımda adam diye gezdirmem. Mahallede herkese anlatacağım bunu, bilmiş ol!" deyince, Şebnem artık iyice havaya girmişti.
"Götün yiyiyorsa sen gelsene lan yarma!"
Onun bu sözünden sonra, kırmızı bez görmüş boğa gibi ileri fırlayan diğer serseri, Şebnem'in omuzunu yakalamak için elini uzattığında, dünyası kararmıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan, götüne yediği bir tekme darbesiyle, kontrolsüz bir şekilde burnu üstü yere kapaklanmıştı. Şebnem, yine deminki gibi şimşek hızı ile sıçramış ve birkaç metre geride, rakibinin ikinci saldırısını sakince bekliyordu. İşte Aikidonun da felsefesi buydu. Ama bundan sonra olacaklardan sorumlu değildi artık. Öbür serseri ise düştüğü yerde aptallaşmış, ayağa kalkmayı unutup, oturduğu yerden olanları hayretle izliyordu. O sıska kız ne yapmıştı öyle? İnan görememişti. İriyarı arkadaşı sadece hafifçe havalanıp yüzüstü yere kapaklanmıştı, o kadar.
Şimdi yerden kalkan yarma, biraz şaşkın, biraz da kızdan götüne yediği tekmenin utancı ile Allah ne verdiyse, din iman, ana avrat küfürle karışık, kopmuş geliyordu. Şebnem, yüzünde bir gülümseme ile sakince bekledi, bekledi, bekledi... Koşarak üzerine gelmekte olan, yüzü gözü öfkeden deliye dönmüş olan serseri tam karşısına geldiğinde, aniden olduğu yere kıç üstü oturdu. Yere oturur oturmaz da sırt üstü yere yatınca, şaşkın bir vaziyette, kontrolsüz şeklide üzerine doğru dengesiz bir şekilde düşmekte olan serserinin apış arasına, ayağının tabanını öyle bir geçirdi ki daha ne olduğunu anlayamayan varoş ayısı, büyük bir böğürtü çıkararak havalanmış ve iki metre kadar öteye sırt üstü düşmüştü. Büyük bir ihtimal, bundan böyle alt takımlarını ömrü boyunca kullanamayacaktı. Kabaca ne derler? İstanbul Taksim'e bir ibne ilâve olacaktı.
Bu sırada gelişen olaylar karşısında gaza gelen Metin de yattığı yerden fırlamış, serserinin birini gırtlağından tuttuğu gibi yere yapıştırıp göğsünün üstüne dizleriyle çökmüş, habire yüzüne çalışıyor, vuruyor, vuruyordu. Diğer şehir ayısının ise kalkacak hali yok, iki eli ile alt takımları avuçlamış, yerde hafif yan yatmış cenin pozisyonunda ne dediği belli olmuyor, başını havaya dikmiş uyuz köpek gibi avazı çıktığı kadar uluyordu. Şebnem sakince Metin'in yanına gidip, göğsünün üzerine adeta çöreklendiği şehir eşkıyasının yüzüne vurmaya devam ederken, onu omuzundan tutup silkeledi. "Yeter, görmüyor musun bayılmış ibne. Geberteceksin orospu çocuğunu da sonra mahkemede adamdan sayacaklar. Haydi çabuk, polis gelmeden kaçalım." dediğinde Metin şaşkın şekilde, elini itaatkâr bir çocuk gibi uzatıp, yerde baygın vaziyette yatan serserinin göğsünün üzerinden kalktı. Birkaç dakika içinde aniden gelişen bu olaylara inanamıyor, uzaklaşırken geriye dönüp dönüp bakıyordu.

Metin'le Şebnem Gülhane Parkı'ndan çıkıp, olayın şokunu üzerlerinden atabilmek için bir müddet yürüdükten sonra, metroya binerek Aksaray'a gelmiş, şimdi ikinci kattaki salaş bir kafenin dip masalarından birinde soluklanıyorlardı. Metin hâlâ olayın etkisindeydi... Verip veriştiriyordu. "Kızım sen de kaça kaça İstanbul'u mu buldun! Yok böyle bir şey ya! Amınakoduumun varoş ibnelerine bak, yanımızdaki kızı resmen... Tövbe tövbe ya!" deyince Şebnem uzandı, yüzünü okşadı onun. "Hop, hoop... Ağzını bozma, o kadar da değil yani. Yavaş ol abi ya... Bu küfürler senin gibi kibar şehir çocuğun ağzına hiç yakışmıyor, ona göre." diyen Şebnem'e ters ters bakan Metin, bu sesteki alaycı tavrı sezmiş, birden bir bebek gibi alt dudağını bükerek suskunlaşınca, şakayı fazla uzatmamaya karar verdi Şebnem. "Tamam, şaka şaka... Metin, ne olur bir daha geç kalmayalım. Ya da ne bileyim, ıssız yerlerde gezmeyelim." dese de Metin alınmış, hâlâ o küskün tavrını sürdürüyordu. "Ya tamam işte. Sen yanımızdayken bize bir şey olmaz." deyince, gerçekten alındığını gören Şebnem, uysal bir kedi gibi onun koltuk altına girip başını göğsünün içine gömmüş, bu koca bebeğin gönlünü almaya çalışıyordu.
Az sonra, Metin yüzünden küskünlük maskesini çıkarmış, bir taraftan çok sevdiği adaçayını yudumluyor, diğer eliyle de Şebnem'in ışıltılı saçlarını okşuyordu. Bu adaçayı sanki Metin'in milli içkisi gibiydi. Gittiği yerlerde adaçayı yoksa başka bir şey içmez, sadece sıcak su isteyip, cebinde zor zamanlar için taşıdığı poşet şeklindeki çayı çıkarır, garsonun getirdiği sıcak suyun içine koyardı. Garson da 'lahavle, ulan bu gıcık tipler hep beni mi bulur' gibisinden bir şeyler mırıldanıp, masadan uzaklaşırdı. Şebnem de sıcak çikolata içmeye bayılırdı. Metin'in 'bu kadar tatlıyı nasıl yiyiyorsun bilmem ki' serzenişlerine karşılık Şebnem de 'bizim de tadımız oradan geliyor paşam, ne yapalım' esprisini patlatıveriyordu.
Saatine baktı Metin. "Şebnem kalkalım artık, bayağı geç oldu. Seni dükkâna bırakayım."
"Hayır ama ya... Birazcık daha oturalım, ne olursun."
Şebnem'in bu yalvarmalarına karşılık, taviz vermez erkek görüntüsü çizmeye çalışıyordu Metin. Şimdi onun miyavlamalarını duymamazlıktan gelmiş, kararlı bir şekilde ayağa kalkarak, içtiklerinin yanına biraz para bırakıp, Şebnem'e 'hadi kalk' der gibi bir göz işareti yapmış, kapıya doğru yönelmişti. Şebnem isteksiz de olsa, uslu kızlar gibi tıpış tıpış onun arkasından yetişerek, elini yakalayıp parmaklarını eline kenetledi.
Biraz sonra dükkânın önünde, daha doğrusu Şebnem'in evinin(!) önündeydiler. İki sevgili öylece karşılıklı durmuşlar, Metin iki eliyle onun küçücük elini tutmuş, bırakırsa bir daha hiç tutamayacakmış gibi anlamlı anlamlı, gözlerinin ta içine bakıyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Sanki içeri bir davet bekler gibiydi ama Şebnem bu tehlikeyi sezmiş, hemen elini yavaşça sevgilisinin ellerinden kurtarıp kapıya doğru döndüğü sırada, beklenmeyen bir hareketle geriye dönmüş ve dudaklarına bir kelebek öpücüğü konduruvermişti. Metin bir müddet olduğu yerde donakalmış, ileri doğru adım atsa da çoktan dükkânın kapısından içeri giren Şebnem, kapı aralığından ona gülücüklerle güle güle öpücüğü yolluyordu.
Demir kapı büyük bir gürültüyle kapandı... Metin'in aklından binbir türlü düşünce, film hızıyla geçti. "Bu kız dürüst oğlum." dedi arkasını dönüp giderken. Şimdiye kadar oynaştığı fingirdek kızlara benzemiyordu. Sanki erkekten daha erkekti. 'Ne diyorum lan ben' der gibi bu düşünceleri başından savdı. Dudaklarının ucunda belli belirsiz hafif bir tebessümle caddeyi karşıdan karşıya geçip, metroya doğru yöneldi.
Şebnem ise içeri girince, kendini kuş gibi hafif hissederek yatağının üstüne attı. Bugün hayatının en güzel ve bir o kadar da heyecanlı günler sayfasına, beyaz bir sayfa ilâve olmuştu. Metin'le duygularının birebir örtüştüğünü görmek, onu bir kat daha sevindirmişti. Çünkü onu fazla sıkıştırmamış, birkaç aydan beri çıktıkları halde Metin'in kontrollü hareket etmesi, onu bayağı etkilemişti. Az önce ilk hareketi nasıl yaptığına kendisi bile inanmıyordu. Kitaplar, televizyon, internet vs. hep bunu anlatır da yaşamasa yine anlamazdı. Aşk buydu işte! Anlatılmaz, yaşanırmış derlerdi, demek doğruymuş. Göğsünün içinde minik bir kuş kanat çırpıyor, sanki oradan çıkacakmış gibi oluyordu. Yattığı yerden baktığında, tavanda sanki hep onun hayali vardı. Bu güzel düşüncelerle, yüzünde bir tebessüm, öylece uykuya daldı, gitti...

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin