Şebnem'in kuyruğu, Sırtlan'ın elinde

1 0 0
                                    

     Şunun şurasında ne kalmıştı ki? Haftaya seçim vardı. 'Bakalım bunca çabamızın karşılığını alabilecek miyiz' diye düşünmekten kendini alamadı Sırtlan. Onlar ellerinden geleni yapmışlardı, hatta ellerinden gelmeyeni bile. Bunu düşünürken, Çilli Adnan'ın ondan habersiz iş bitirdiği aklına gelince canı sıkıldı. Çünkü bu olayı hatırladıkça, altında çalışan adamlarının böyle birşeylere kalkışıp onun otoritesini zedelediğini görmek, onu üstlerine karşı mahcup duruma düşürmesi, zoruna gidiyordu.
     "Celal, aç bakalım şu televizyonu da seçim için neler diyor parti başkanları."
     "Tamam abi... Hemen."
     Çoktandır televizyon seyretmeyen, gündemde neler olup bittiğini pek takip etmeyen Sırtlan, haberleri seyrederken parti başkanlarının birbirine karşı olan tutumlarını görünce şaşırıp kalmıştı. Eskiden böyle miydi? Birbirlerine rakip de olsalar, eski siyasetçiler bunlar gibi mahalle ağzı kullanılmıyordu. Eskilerden Demirel ile Ecevit, ne kadar zıt kutup olsalar da bu yeniler gibi birbirlerine belden aşağı vurmuyorlardı, onların kavgalarında bile bir asalet vardı. Birbirlerine karşı saygılarını hiçbir zaman kaybetmemişler, saygın bir ahlâk çerçevesi içinde yapıyorlardı siyasi tartışmalarını.
     Bu yeni yetme siyasetçilere ne oluyordu böyle? Hep belden aşağı çalışıyorlardı korkak boksörler gibi. Kimisi çocuk gibi inatlaşıyor, istediğim oy yüzdesini yakalayamazsam siyaseti bırakırım diye ufaktan tabanını tehdit ediyor, kimisi de almış eline bir ip, her mitingte halkın üzerine atıp atıp, Apo'yu asma teraneleri çalıyordu. 'Al sana ip, assana' diye bağırarak oy toplayacağını sanıyordu ama bu propaganda tutmadı, halka itici geldi. Oylarını yükselteceği yerde, belki de tepki oylarıyla barajın altına bile düşecekti. Ama hâlâ kafaları basmıyordu. Bizim hükümetlere Amerika abisi 'osur' demeden osuramıyordu. Bunu bile bilmiyorlar, habire atıp tutuyorlardı meydanlarda. Ee, onların da işleri o... Atıp tutmak. Sırtlan siyasetten hiç anlamazdı. Onun için varsa yoksa iş bitirme, araç bombalama, adam kaçırma, öldürme... 'Bırak siyaseti Ankara'dakiler yapsın' diyordu kendi kendine. Birden canı sıkıldı. Huysuzca kıpırdadı, "Celal bırak, bırak! İçim karardı, bu ne ya! Vır vır vır... Sırf çene bunlar, aç başka güzel bir kanal."
     "Peki abi..."
     Celal kanaldan kanala zaplıyor, Sırtlan'ın hoşuna gideceği güzel bir proğram bulmaya çalışıyor ama gecenin bu saatinde proğramlar birbirine benzediğinden, bir türlü uygun birşey yakalayamıyordu. Reyting uğruna, bütün kanallar dizi gösterme telâşındaydı bu saatlerde. Sırtlan'ın uyduruk dizileri sevmediğini bildiğinden, uygun bir yer ararken, yerel bir kanalın sunduğu programa takılmıştı gözü. Celal birden eskilere dalıp gitti. Ormanın yemyeşil büyüsüne kapılmış, şelaleden akan serin suların içinden geçen insanların görüntülerini seyrederken, orada olmak istiyordu şimdi.
     "Abi görüyor musun, ne güzel yerler var değil mi ülkemizde?"
     "Haa... Ne? Şey, dalmışım da... Ne diyordun?"
     "Şu güzellikleri diyorum abi..."
     Sırtlan da ilgilenmişti. "Gerçekten güzel yerler. Nerdeymiş burası?"
     "Tam bilmiyorum abi ama 'Suuçtu Şelalesi' diye bir yerden bahsediliyor."
     Bayağı uzun bir proğramdı. Önce kısa bir tanıtım filminin ardından yavaş yavaş konuya giriliyordu. Hatta sunucu, üstüste iki gün yayın yapacağını yineleyip duruyordu. Aslında program Sırtlan'ı da sarmıştı biraz. Vahşi doğa güzellikleri, bakir yerler, alabildiğine uzanan ormanın yeşil örtüsü, hele çağlayanın muazzam görüntüsü, harukûlade bir şeydi. Demek, Anadolu'nun bilinmeyen ücra köşelerinde daha neler neler vardı da haberleri yoktu kimsenin. Sunucu, bu güzel yerleri tanıtan iki doğa aşığından bahsediyordu devamlı ama onlar nedense bir türlü ekrana çıkmak istemiyorlar, televizyon çekimlerinde köylerinin ön planda olmasını isteyip, mütevazı davranıyorlardı. Başkaları olsa medyatik olmak, ekranda boy gösterebilmek için kırk takla atarlardı. 'Metin ve Şebnem' isimli iki genç, turizme katkılarından dolayı TV programının sunucusundan bol bol övgüler alıyordu. Bu iki ismi duyunca, iliklerine kadar titredi Sırtlan. Oturduğu koltuktan birden fırladı. Celal'in elinden kumandayı kırarcasına çekti aldı.
     "Ne dedi bu sunucu ne dedi?"
     Sırtlan'ın ani kalkışıyla afallamıştı Celal... "Ne dedi ki abi? İşte şelaleden falan bahsediyor."
     "Onu anladık lan! Aptal değiliz. İki isimden bahsetti, Metin ve Şebnem dediğini duyar gibi oldum sanki."
     "Bilmem ki abi... Ben bir şey duymadım."
     Deli gibiydi Sırtlan. "Neyi duyarsın ki zaten kaz kafalı! Celal! Nerde bunun kayıt düğmesi bulamıyorum. Al şu lânet olası kumandayı. Çabuk programı kaydetmeye başla, hemen!"
     Celal oturduğu koltuktan fırlayıp, kumandayı kaptığı gibi video kayıt cihazını çalıştırmıştı. Şimdi ikisi de pür dikkat belgesel proğramını izliyorlardı. Daha doğrusu, bu iki gencin yakın plân çekimlerinden, aradıkları kişiler olup olmadıklarını çıkarma çabasındaydılar. Onlar da izlenecekmiş korkusu ile mümkün olduğunca kameraların açısından kaçmaya çalışıyor, görüntü vermeme çabasındaymış gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Ne kadar kameralardan kaçar gibi görünseler de 'zoom'lama yöntemi ile kameramanlar bu iki turizm elçisinin yakın plân görüntülerini sık sık ekrana taşıyıp, köyleri için yapmış olduğu örnek işlerden, fedakârlıklarından bahsediyordu.
     Sırtlan şimdi başını sallıyordu. "Celal, yanılmıyoruz değil mi? Bunlar onlar işte. Son olarak Trabzon'da gördüğümüzde soytarı gibi giyinmiş olmasalardı, şimdi onları şıp diye tanıyabilirdim."
     Celal de onaylıyordu. "Evet abi, isimleri bile tıpa tıp aynı. Bu kadar rastlantı olmaz herhalde."
     Bursa yerel TV kameramanı şimdi ondan habersiz, Şebnem'in şelalenin dibindeki bir kayanın üzerinde, yalnız başına düşünceli bir şekilde otururken olan görüntüsünü yakın plân gösteriyordu. Güneş ışığı ışıltılı saçlarının arasından geçerken, düşünceli bir şekilde başını öne eğmiş, dalgın dalgın akan suya bakmaktaydı. Şebnem elini yavaşça kaldırıp yüzüne götürdü. Sırtlan'ın nefesi kesilmişti. Bir müddet, elini yüzünün üzerinde tuttuktan sonra ağır ağır, elinin içi ile yumuşak bir şekilde yüzünü sıvazlayarak, parmaklarını çene hizasında birleştirmiş, çenesinin ucunu tutar gibiydi.
     İşte... İşte! Sırtlan'ın beyin kıvrımlarına kazınan o hareketi yapmıştı. Birden heyecanlandı, "Bak, bak! Ne yaptı?" deyince Sırtlan, Celal televizyona doğru eğildi, "Ne yaptı ki abi?" dedi şaşkınlıkla. "Bir şey görmedim, öyle oturuyor işte." Sırtlan, tekrar televizyondaki görüntüye odaklanarak, elini sinek kovar bir şekilde sallamış ve Celal'i susturmuştu. "Tamam Celal, boşver. Ben kime ne anlatıyorum ki! O kız, bu kız işte! Vay şıllık vaay! Demek böyle ücra köşelerde saklanıyordun ha!" diye kendi kendine konuşuyordu. "Ben de bu kızı senelerdir niye bulamıyordum diyordum. Şehirde bir yerlerde olsaydı ya polisin ya da benim muhakkak bir şekilde ayağıma dolaşırdı. O zaman da ben onun minnacık başını kopartmaz mıydım, ah!"
     TV izlerken Sırtlan'ın görüntüsü Celal'i bile ürkütmüş, gıkını bile çıkarmıyordu. Ama bunca seneden sonra nasıl tanımıştı onu, bir türlü anlamıyordu. Sormaya da cesaret edemiyordu ki. Görüntüler ekranda bir bir kayarken, Sırtlan programı izler gibi gözükse de gözlerinde plân yaptığı belli olan parıltılar seziliyordu. Bu bakışlar, sinsi bir kobra yılanının bakışı gibiydi... Hissiz ve donuk. Sanki avını bir köşeye sıkıştırmış, kaçmasını engelleyecek tüm tedbirleri almış, acele etmeden, son bir hamle yapmak için hazırda bekliyor gibiydi.
     Kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı, pencerenin yanına doğru yürüdü. Hafif bir esintinin, perdeleri içeriye doğru savurmuş olduğu pencereden, bir genç kız edasıyla kıpırdanan denize bakarken buz gibi, insanın kanını donduran ses tonuyla konuştu. "Celal, yarınki programı kayda al. Otur bu kasedi bir güzel incele. Burası neresiymiş, oraya nasıl gideriz, onları oradan nasıl alırız plânla, bana öyle gel. Ama sakın bu defa hata yapma! Çok ciddi söylüyorum bak, yaptığın hataları tek tek biliyorum. Ama sana daha da net bir şey söyleyeyim mi?"
     "Emret abi..."
     "Çünkü senin bir türlü kafan basmıyor. Bir daha hata yapma şansın olmaz!"
     Celal kıpkırmızı olmuştu.
     Böyle dedikten sonra, arkasına bile bakmadan çalışma odasına doğru yollandığında, Celal adeta buz kesmiş, ağzını açıp cevap bile verememişti. Bunun anlamı gayet açık ve netti. Bu kızı alıp getiremezlerse, Celal'in sonuydu. O kadar. Oturup TV'den kayda aldığı programı tekrar seyretmeye koyulduğunda soğuk terler döküyor, kötü düşünceleri bir türlü aklından uzaklaştıramıyordu. 'Yaptığın tüm hataları biliyorum' ne demek? Biri onu gammazlıyor muydu acaba? Yoksa Sırtlan'ın o insanüstü müthiş sezgileri miydi? Neyse şimdi bunları düşünüp vakit kaybedecek zaman değildi. Önümüzdeki hafta seçim haftasıydı, Burası Türkiye, ne olur ne olmaz hemen sıkı bir plân yapıp, ortalık seçim telâşındayken bu kızı oradan almalıydılar. Bu curcunada işlerini rahatça hallederlerdi. Celal, eski tecrübelerinden de çok iyi biliyordu ki bu hava onların havasıydı. Kurt havası... Dumanlı.

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin