Villadaki günah gecesi

2 1 0
                                    

     İstanbul'dan epeyce uzakta, denizin sakin sularına sokulmuş beş altı dönümlük arazinin içinde, etrafı tel örgülerle ve yüksek ağaçlarla çevrili, her köşesi kameralarla gözetlenen gözden ırak bu villanın en üstteki odasının ışıkları, gecenin 03.00'ünde hâlâ yanıyordu. İki Numara'dan gelen telefondan sonra Sırtlan'ın gözüne uyku girmemişti. Nasıl uyusun ki? Bir Numara'dan gelen övgülere sevinirken, bir taraftan o kız hakkındaki endişeli sözleri aklından çıkmıyordu. Neymiş? 'Eğer kız bir yerlere gidip öter de basın bu olayı farketti mi işimiz bombokmuş.' Ne yapıp edip bu şırfıntıyı, daha önce de başkalarına defalarca yaptıkları gibi, bacaklarında bir parça betonla Marmaranın derin, mavi sularına gömmeliydi ama... Nasıl? "Topu topu iki akrabası var " diye sesli sesli düşündü Sırtlan. Biri Ankara'da okuyan abisi... Onu geç. Diğeri Bursa'da yatalak teyzesi. Bu teyze işinde bir gariplik vardı ama ne? Geçen bir defa daha uğradıklarında tecrübeleri onu yanıltmadıysa, bu kadın sanki bir şeyler biliyor gibiydi. Neyse, şimdi güzel bir uyku çekip, yarından tezi yok, bu Bursa işini halletmeliydi.
     Sırtlan, vahşi bir kedi gerindi, toparlandı. İş stresinden aklından çıkmıştı. Bu gece ufak bir işi daha vardı. Bilgisayarı kapatıp, yazıcıdan çıkan çıktıları masanın bir köşesine gelişigüzel topladı. Bu kırtasiye işinden hiç hoşlanmıyordu ama İki Numara bazen geriye dönük sorular sorduğunda, hatırlamak için arada sırada bu belgelere başvuruyordu. Ama sonradan imha etmek kaydıyla. Şimdilik şurada dursundu bunlar. Öncelikli işini halletmeliydi. Daha şimdiden kendini rahatlamış hissediyordu. Adından da anlaşılacağı gibi, böyle pis işlerin kokusunu ön sezgileriyle anlardı. Adı gibi emindi ki bu kız Bursa'daydı. "Yaşadığı yerden ilk defa dışarı çıkmış biri nereye gidecekti ki? Tabii ki tek akrabası olan teyzesinin yanına. Ah salak kafam! Ama bu defa polislerle değil, yalnız gitmeliyim. Bu işi kendi yöntemimle çözeceğim." deyip, gece yarısına kadar oturduğu bilgisayarın başından kalktı.
     Ayakları onu banyoya doğru sürüklerken, üzerindeki siyah dar atleti ve altındaki gri pamuklu eşofmanını bacaklarından sıyırıp attı. Çırılçıplak vaziyette banyonun kapısına yaklaşınca, içeriden gelen şuh kahkahalar dışarıya kadar taşıyordu.
     "Ne o kızlar, keyifler yerinde galiba. Eğlenceye bensiz mi başladınız yoksa ha?"
     Jakuzinin içinde birbirleriyle oynaşmakta olan iki kızdan, sarışın, saçlarını erkek gibi kısa kestirmiş, nerdeyse onun boyuna yakın olanı, köpüklerin içinden ayağa kalktı. Sanki istiridyesinden çıkan Afrodit gibi bacağını küvetten dışarı atıp, dar kalçalarını çevire çevire, işveli bir şekilde yanaşıp, ıslak ve köpüklü vücudunu, Sırtlan'ın çıplak vücuduna bir yılan gibi doladı.
     "Yok biz başlamak sensiz, biz yapıyor birlikte oyun."
     "Senin o yarım yamalak dillerini yerim ben!"
     Sırtlan, ıslak olsa da her bir yeri ateş gibi yanan, ırkının tüm özelliklerini taşıyan bu dal gibi körpe vücudu, kalçalarının altından elini dolayıp, bir hamlede kucağına alıp kaldırdı. Küvete yaklaşıp, "Ne suratını asıp duruyorsun? Seni burada bırakmaya kıyar mıyım hiç!" diyerek boşta kalan diğer elini, köpüklü ve parfüm kokan sıcak suya uzanmış, çikolata renkli, vücudu mankenlere taş çıkartacak gibi biçimli, melez güzele uzatarak onun da sudan çıkmasına yardım etti. Üçlü bir şekilde salona doğru giderlerken, yerdeki halılar ve parkelere arkalarından parfümlü sabun köpükleri saçılıyordu. 'Ulan bu pezevenk işini gerçekten çok iyi yapıyor' diye içinden geçirdi. Çünkü doğru dürüst tarif bile etmemişti. Sadece 'Bu akşam çok sevinçliyim, eve bir şeyler gönder' demişti, o kadar. Ee, adamın işi bu. Leb demeden leblebiyi anlamıştı ama bu kadarını beklemiyordu açıkçası. Bu pezevenk, 'leb' sözünden 'leblebi' anlayacağına 'Çorum' manasını çıkarmıştı. Kendi yaptığı bu espriye gülerken, kızlar da onun niye güldüğünü anlamıyor, işlerini mükemmel yapan profesyoneller olduğundan, müşteriyi her türlü memnun edebilmek için programlandıklarından, onun niye güldüğünü anlamasalar da kahkahayla karşılık veriyorlardı. İyi iyi... Anlaşılan, bu gece fantezinin kralını yaşayacaktı.
     Salonun ışıklarını tamamını söndürüp, gece lambası olarak kullandığı, tavandaki alçıpanların üzerindeki renkli ışıkları yakmıştı sadece. Şimdi, salona yayılan hafif bir dans müziğinin ritmine uygun şekilde gösterisini yapan Rus güzelini, uzandığı yerden seyretmekte olan Sırtlan'ın bir eli, kucağına rahatça uzanmış bu tunç renkli kızın, Afrika'lılara özgü ileriye doğru çıkık memesini okşarken, diğer eliyle de sehpanın üzerindeki egzotik meyvelerin tadına bakıyordu.

     Ertesi gün Sırtlan öğleye doğru zar zor uyanmış, akşamın yorgunluğu hâlâ üzerinde, başı korkunç derecede zonkluyordu. Eli sehpanın üzerindeki 'Advil' kutusu ile buluştu. Başağrısını şıp diye kesen bu mavi sıvı drajeyi susuz yuttu. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Kadınlar o gecenin sabahında, Celal tarafından erkenden sessizce uyandırılıp, korumanın biri ile Laleli'deki otellerine bırakılmak üzere gönderilmişti. Cam kenarında yüzükoyun uzandığı yataktan odanın haline baktı, yüzünü buruşturdu. Her yer darmadağın, karmakarışıktı. Çarşaflar yerlerde, meyve artıkları sağa sola atılmış, viski şişeleri, kirli bardaklar sehpanın üzerinde devrilmiş vaziyette... Sabaha kadar havalandırılmamış olan odanın içi oksijensiz kalmış, gecenin günahkâr havasını yansıtırmışçasına, değişik, anlaşılmaz şekilde kötü bir koku vardı içeride.
     Hemen kalkıp pencerelerden ikisini açan Sırtlan, orada bulduğu bir bornozu çıplak vücuduna geçirip, balkona çıktı. Aniden denizin serin havasını vücudunda hissedince, sırtından bir ürperti geçti, bornozuna biraz daha sıkı sarındı. Daha bir canlanmıştı. Kendine geldi. Derin derin nefes aldı. Bu temiz deniz havasını ta ciğerlerinde hissetti. Çocukluğu fakirlik, tezek kokan, tek bir ağaç gölgesine bile hasret, sanki doğanın bu coğrafyaya inadına eşit davranmadığı, tozlu, kıraç topraklarda geçmişti. Ama nedense, bu yosun ve iyot kokusunu bir başka seviyordu. İş icabı başka şehirlere gitse bile, eğer deniz kenarında bir yerde kalırsa, muhakkak kaldığı hotelin denize bakan penceresi olmalıydı. Ama yine de ne olursa olsun, kendi evi gibisi yoktu. Nasıl bir söz vardı, tam hatırlamıyordu ama... 'Evim evim güzel evim.'
     "Şef, hazırız!" diyen Celal'in cırtlak sesi aşağıdan yankılanınca, birden hayallerinden silkindi Sırtlan. "Tamam, yarım saate kadar iniyorum. Ama kalabalık gitmeyelim, sadece sağlam bir şoför al yanına, yeter."

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin