Mevsimler mi değişiyor nedir, çok kış olacağı beklenirken, ocak ayı geldi hâlâ yerlerde bir gram bile kar yoktu. Eskiden böyle miydi? Yılbaşında yağmaya başlayan kar, aralıklarla devam edip, mart sonlarına kadar yerden kalkmak bilmezdi. Bu yüzden bereket olurdu mahsulde. Ayrıca dereler baharda daha çılgınca akar, geçtiği yerlere hayat verirdi. Şimdi şelalenin suyu bile öylesineydi. Eğer bu yaz su iyice azalırsa, Suuçtu görkeminden çok şey kaybederdi.
"Metin'im ne düşünüyorsun kara kara?"
"Gel Mehmet dayı gel. Ben ahırı bitirdim hayırlısıyla, sen ne yaptın? Ayarlayabildin mi eşekleri?"
Mehmet dayı eğilerek Metin'in gözlerinin içine baktı. "Sen baksana Mehmet dayına," dedi her zaman sulanmış gibi bakan mavi gözleriyle. "Bana bir iş verilecek de ben onun altından kalkamayacağım ha! Görülmüş şey değil. Çoktan hazırladım da senin ahırı bitirmeni bekliyordum. On gündür nerelerdeydim sanıyorsun? Civar köyleri bir bir dolaştım, tam da senin istediğin gibi on tane sağlıklı eşek aldım. Sekizi dişi, ikisi erkek. Kaporayı verdim. Kamyonla toplarken, paralarının diğer yarılarını da o zaman vereceğim."
Metin'in kafası sorunlarla doluydu. "İyi yapmışsın, benim de birkaç ufak tefek işim var biraz. Ahırın iç dizaynı kaldı sadece. Neredeyse bitmek üzere." deyince, Mehmet dayı gülerek başını salladı. Metin de hoş çocuktu doğrusu. Şu söylediği lâfa bak! Ahırın dizaynı kalmışmış. Ayıp olmasa kahkahalarla gülecekti. "Yahu Metin'im güldürme beni Allahaşkına. Ahırın dizaynı mı olurmuş, ev mi yapıyorsun?" diyerek bıyık altından kıs kıs gülüyordu ama Metin çok ciddiydi. "Öyle deme Mehmet dayı, bir şeyi bir kere yaptın mı, tam yapacaksın. Önce çok masraf ettim sanırsın ama sonra ne kadar kullanışlı olduğunu gördükçe hem biz rahat ederiz hem de içerde çalışanlar rahat eder." deyip, anlatmaya devam ediyordu. "Hayvanların barınacakları yerleri ayrı ayrı bölmeler halinde yaptıracağım. Altları ızgaralı ve eğimli olacak. Böylece içeride hiç pislik durmayacağından, koku da olmayacak. Arada sırada tazyikli suyu açtıkça, altları devamlı temiz kalacak. Bir de altlarına kuru saman veya talaş serptik mi tamamdır. Hepsinin yemlikleri de ayrı olup, biraz yukarıda tutacağım ki içine pislik düşmesin." diye hevesli bir şekilde anlattığında, Mehmet dayının ağzı bir karış açık kalmış, öylece dinliyordu. Bu şehir bebesi neler söylüyordu böyle? Sanki kırk yıllık köylü gibi, bu işleri önceden yapmış gibi bilmiş bilmiş konuşuyordu.
"Metin'im dur biraz, sen bizim elimizden köylülüğümüzü de alacaksın bu gidişle," dedi şaka yollu. "Nereden öğrendin bu kadar? Ah benim eşek kafam! Tabii ya... İnternet." Metin gülerek Mehmet dayının sırtını sıvazladı. "Tabii ya internet Mehmet dayı, ne sandın? Bu internet koskoca bir dünya, ne ararsan var... İyi ararsan iyi, kötü ararsan kötü."
"Metin'im sen onu boşver de köylere benimle gelecektin de görecektin fakirliği. Benim Ceylan'la giriyoruz herhangi bir köyün meydanına... Diyorum ki 'bana satılık birkaç tane eşek lazım,' deli görmüş gibi yüzüme bakıyorlar."
"Niye ki?"
"Niye mi? Niye olacak. 'Bu kış kıyamette eşek alanın aklından zoru var' derler adama da ondan Metin'im. Millet kış kıyamette onlara nasıl bakacağını kara kara düşünürken, biz eşek arıyoruz satın almak için." dedikten sonra kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Metin'im buralara batı falan diyorlar ya... Batılılıkla âlâkası bile yok. Neymiş, batının köyleri zenginmiş. Halt etmiş onu diyenler! Fakir her yerde fakirdir. Doğusu da bir batısı da. Onu boşver de oradan biri çıkıyor, 'bende eşek var, getireyim de gör' diyor. Getirdiğinde beğenirsem soruyorum, 'kaç lira?' Mesela diyor ki, 'yüz lira.' Ben de hemen elimi cebime atıp, 'al sana yüz lira. Eşeğin bir hafta sende dursun, almaya geldiğimde yüz lira daha vereceğim' dediğimde, yüzüme bakışlarını bir görsen."
Bıraksa, Mehmet dayı daha anlatacaktı. Metin, 'hadi kalkalım' der gibi bir işaret yaptı. İçtikleri çayların parasını masanın üzerine bıraktıktan sonra kahveden çıkıp, Metin'in arabasına doğru yürüdüler.
"Nereye gidiyoruz yeğenim?"
"Balıkesir'in Balya ilçesine."
"Ne varmış orada, eşek mi alacağız yine?"
Metin kahkahayı koyverdi. "Yok be Mehmet dayı, ne eşeği? Eşekleri aldın ya! Semerlerini ısmarladım oraya, onları almaya gideceğim. Seni de götüreyim dedim, bir gezmiş olursun."
"Tamam, ama sormayacağım 'orada semer yapıldığını nerden biliyorsun' diye. Tabii ki internet... Bildim mi?"
"Bildin... Bildin."
Metin'le Mehmet dayı gülüşerek arabaya binip kasabanın yolunu tuttular.Bir gece orada kalıp, malzemeleri teslim aldılar ve bir kamyonet kiralayarak, ertesi gün ters ardına dönmüşlerdi. Gitmişken semerden başka, hayvanlarda ve ahırda kullanılacak ne kadar malzeme varsa alıp yüklemişlerdi kamyonete. Koşum takımları, yularlar, keçeler, zincirler, heybeler, tımar malzemeleri... vs. Daha neler neler.
Vakit geçirmeden kiraladıkları bir kamyonla, Mehmet dayının aldığı eşekleri de civar köylerden toplayıp köye döndüklerinde, herkes kahveden dışarı çıkmış, hayretle onları izliyordu. Köyde kaçak odunculuk yapan Seyit Ali'nin oğlu Süslü Necati, avanesiyle birlikte kahvenin bahçesinde kasılmış olduğu masadan alay ediyordu gelenlerle. "Metin oğlum, eşekçibaşılığı eskiden bu Mehmet dayı yapardı, şimdi sana mı devretti?" deyince, birden köy meydanında buz gibi bir hava esti. Mehmet dayı bastonunu kaldırıp Süslü Necati'nin üzerine yürüyecekken, Metin ona gözleriyle 'boşver, uyma zibidiye' mesajı verince, gülüp tekrar kamyona bindi. Metin, hiçbir şey olmamış gibi kahvedekilerin arasına girerek, "Arkadaşlar size müjdem var. Allahın izniyle kafamdaki projeleri hayata geçirebilirsem, köyümüzün doğal güzelliklerini herkese tanıtıp, hepinize iş imkânı sağlayacağım. Bu konuda benden yardımlarınızı esirgemeyin." deyip kahvedekileri selâmladıktan sonra kamyona doğru giderken, herkes Süslü Necati'ye yiyecek gibi bakıyordu. Necati, kendisini haklı çıkarma çabasındaydı. Destek arıyordu etrafından. "Ne var yani, yalan mı?" diyordu. Yanındakine dönerek, "Salih emmi sen demez miydin, 'Mehmet dayı gençliğinde az mı eşek koşmadı, kasabaya takunyalık odunu ikimiz götürürdük' diye. Babam da anlatırdı ormandan gelirken onun eşekleri ile karşılaştıklarını."
Salih emmi sinirden kızarmış vaziyette yerinden fırlayıp, Süslü Necati'nin boğazını sıkmaya giderken etraftakiler zor engel oldular. Elindeki bastonu kaldırıp, bir hışımla yürüdü Süslü Necati'nin üzerine, "Behey dürzünün oğlu! Behey şerefsizin önde gideni!" diyerek. "Ben onu sizlere kötülüğüne anlatmadım ki. Nasıl fakirlik çektiğimizi, bir somun ekmeğe, kuru soğana, bir lâstik ayakkabıya muhtaç olduğumuz yoksulluk yıllarımızı söylüyordum namussuz! Adam geçmişinde namusuyla çalışıp ekmeğini çıkardıysa ne olmuş ha? Senin gavat baban gibi götünü ormancıya dayayıp, devletin ormanını çalıp çırpmamış ya! Sen de hâlâ onun yolunda gitmiyor musun? Haa tabii... Sen ondan bir gömlek üste bile çıktın. Kıştan fakir halka kredi açıp, yaz gelince de yok pahasına onların odunlarını ellerinden alıyorsun. Baban bari onu yapmıyordu. Defol git, şimdi bastonu yiyeceksin kafana!"
Necati, yanındakilere güvenip diklenecek gibi olduysa da kahvede bulunanların öfkeli bakışları gözünü korkutmuş olacak ki yandaşlarına 'hadi kalkalım' der gibi bir göz atarak, sinirli bir şekilde kahveyi terk etti.
Bu sırada Metin, Mehmet dayı ve yanlarına işçi olarak aldıkları iki kişiyle birlikte eşekleri kamyondan indirip, bir güzel ahırdaki yerlerine yerleştirdiler. Eşekler önce yabancılık çekseler de sonradan bulundukları ortama alışıp, yemliklerinde bulunan şimdiye kadar tatmadıkları bu güzel yiyecekleri büyük bir iştahla yemeye başladılar. İşçiler kamyonetten malzemeleri indirirken, Mehmet dayı semerleri inceliyordu. İyi bir işçilik yapıldığı belliydi. Anlaşılan, Metin paraya kıyıp semerin ötesinde, lüks birşeyler yaptırmıştı. Semerlerin arkasında bulunan yazıları okuyunca, Mehmet dayı katıla katıla gülmeye başladı.
"Metin oğlum, bunlar ne?"
"Haa.. O mu? Her eşeğin ismi semerlerin arkasında yazılı. Karışmasın diye. Bak bu Hülya, bu Banu, bunlar da Seda, Sibel, Hande. Bak bu Kibariye, esmer olanın. Bu Helga, boz eşeğin. Bu Nataşa'nın, cilveli olanın. Tabi kii delikanlılarımızı da ihmal etmedik. Bunlar da Tarkan ve Gaffur'un."
"Yani Metin oğlum, ne diyeyim ben sana. Nerede ne kadar artist adı varsa, bizim eşeklere vermişsin."
"Ne yani, karakaçanların o artistlerden neyi eksik? Kaş gözse, kaş göz, endamsa endam. Haa... En güzelini, en özelini senin Ceylan'ına yaptırdım. Bak bakalım beğenecek misin?"
Mehmet dayı, şimdi işçilerin kamyonetten indirdiği şaşaalı semere bakıyordu. Bu semer değil, adeta bir sanat şahaseriydi. Değil bunu Ceylan'ın sırtına koymak, evin başköşesine antika eşya niyetine koyulurdu. Mükemmel bir işçilik yapılmış, masraftan kaçınılmadığı, semerin yapımında gerçek deri kullanılmasından belliydi. Mehmet dayı birşeyler diyecek oldu, yutkundu, gözleri doldu. Metin onun halini anlayıp, hemen gelip boynuna sarıldı "Mehmet dayım benim," diyerek. "Sen ve Ceylan inan daha iyilerine layıksınız. Sen benim babam, ortağım, yardımcım, kolum kanadım değil misin? Allahın izniyle bu yaz Mr. Karl'ın Avrupalı arkadaşlarını bir güzel ağırlayalım... O zaman gör sen, gerisi çorap söküğü gibi geliyor mu, gelmiyor mu? Hem bu arada sen de köyün turizm elçisi olacaksın. Zaten İngilizceyi de söktün çat pat."
"Bana bak! Benimle eğleşme."
"Bana niye kızıyorsun Mehmet dayı? Mr. Karl'la ne güzel anlaşıyordun 'yes yes' diye."
Mehmet dayı söylene söylene yerdeki malzemeleri ahırdaki depoya taşırken, Metin onun arkasından, 'işte benim saf ve temiz köylüm' der gibi bakmaktaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ADIM SARI AÇIK SARI
General FictionBu kitapta anlatılanlar tamamen hayal ürünü olup, Türkiye'nin 90'lı yıllarda içinden geçtiği, kaos ortamının kurgulanmış halidir. Anlatılanların; gerçeklerle, bahsedilen olaylarla ve kişilerle, uzaktan yakından hiçbir bağlantısı yoktur. Romanda geçe...