Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi

1 0 0
                                    

     Küresel ısınma dedikleri, kimsenin şimdilik önemsemediği, ama ileride çok büyük sıkıntılara yol açacağı şimdiden belli olan, barajların suyunun nerdeyse yarıdan fazlasını kaybettiren, civar sakinlerinin şaşkın bakışları arasında, küçük gölleri birkaç hafta gibi kısa bir sürede kurutup çoraklaştıran bu felaketin kendini unutturduğu, havaların serinlemesinden anlaşılıyordu. Çok sıcak geçen yaz günlerinin ardından, belki de kış çok çetin geçecekti, bilinmez. Çevrecilerin dediğine göre, iklimleri artık eskisi gibi yaşayamayacakmışız. Ya çok sıcak ya çok soğuk olacak diyorlar. İkisinin ortası yok. Yani ileride ilkbahar ve sonbaharı unutacağız. Çünkü daha Temmuz ortalarında havaların serinlemeye yüz tutması, kısa aralıklarla bölgesel yağmurların yağması bir bakıma iyi gözükse de önümüzdeki kışın çok sert geçeceğine delaletti.
     Türkiye'nin dünyaca meşhur olan, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesindeki envai çeşit ağaçların yaprakları yavaş yavaş sararmaya yüz tutup, dallarına son bir gayretle tutunmaya uğraşırken, hayatın kimbilir hangi zorlukları ile başedememiş, sonunda ruh sağlıkları bozulmuş yüzlerce hasta, öğle yemeği istirahatından sonra verilen bir saatlik bahçe gezintisinde, hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Kimisi melankolik bir şekilde ağır adımlarla ilerlerken, kimisi bir köşeye çömelmiş elindeki bir çubukla toprağı eşelerken, arada nedeni anlaşılmaz bir kahkaha savurarak kendi kendine birşeyler konuşuyor, kimisi bir taşın üzerine çıkmış, değme hatiplere, çenebaz siyasetçilere taş çıkartacak bir şekilde nutuk atıyordu. Toplumumuzun deli dediği, gülerek baktığı, dışladığı bu insanları yakından tanıma olanağı bulabilirseniz, birçoğunun içimizde akıllı diye dolaşan kimselerden daha akıllı olduklarını, hayretle görebilirsiniz.
     Doktor Vedat da geçen sene tıp fakültesi son sınıftayken, buraya staj yapmaya geldiğinde, hiç böyle düşünmüyordu. Fakat bu hastaları inceledikçe, içlerine girdikçe onların zekâlarına hayret etmeye başladı. Psikiyatri bölümünden iyi bir derece ile mezun olduğunda, ısrarla bu hastaneye tayinini istemiş, bunda da başarılı olmuştu. Şimdi kendini bu hastalara adamış olan Doktor Vedat Bey, bir yıldır burada çalışıyordu. İleriki meslek hayatında, buradaki deneyimleri ona rehber olacak nitelikteydi. Bahçede dolaşan hastalarla elinden geldiğince ilgileniyor, onlarla uzun uzun konuşuyor, yeri geldiğinde şakalaşıyordu. Bu yüzden, hastaların hepsi onu tanıyor, seviyordu. Onu gördüklerinde, nerede olursa olsunlar koşarak gelip etrafını çeviriyor, kimi ona kendince yazmış olduğu bir şiirini okuyor, kimisi oynadığı oyuna davet ediyor, kimisi de çalı çırpıdan yaptığı, ama ona dünyanın en büyük icadıymış gibi gelen basit bir aleti gururla gösteriyordu.
     Geçen gün şaşırtıcı olaylara bir yenisi daha eklendi. Uzun süredir bu klinikte yatmakta olan İsmail usta, Bursa Pirinç Han'da yıllardır ayakkabı ustalığı yapmış, ama alkol alışkanlığını bir türlü üstünden atamayıp, sonunda buraya kadar düşmüştü. Dr. Vedat Bey onunla konuşmaya bayılıyordu. Çünkü genel kültürü o kadar geniş biriydi ki şu son yıllarda televizyonlarda moda olan bilgi yarışmalarına katılma imkânı verilse, inanıyordu ki İsmail usta onların arasından sıyrılır, hatta uzak ara kazanırdı. O kadar bilgili biriydi.
     Üniversite yıllarında zorlu geçen ders çalışmalarından kitap okumaya vakit bulamayan, mühendislik tıp gibi üniversitelerin bu zorlu dallarında okuyan Dr. Vedat gibi öğrencilerin genel kültürleri çoğunlukla zayıf olurdu. Okumaya biraz meraklı olanlar ancak mesleklerini yaparken kendilerini geliştirebiliyorlardı bu konuda. İşte yine böyle bir gün bahçede oturmuşlar, havadan sudan konuşurken Vedat Bey onu açmaya çalışıyordu. Haa, bir de kötü bir huyu vardı İsmail ustanın. Yanılıp da bir şey sorarsan, bilse de söylemezdi. O kadar inatçı biriydi. Eğer ondan bir şeyler öğrenmek gibi bir düşünceniz varsa, konuşmaya başlamasını sabırla beklemekten başka çare yoktu. Konuşmaya başladığında da 'İsmail usta şu nedir, bu nasıl olmuş' gibi sorulara girersen konuşmaya, hiç kendinizi yormayın, birşey öğrenemezsiniz.
     Böyle başlayan sohbetlerin birinde İsmail usta, "Eee... İşte, Koca Yusuf'un ellerine kürekle vurar vura suya düşürdüler" deyince, Dr. Vedat yine bilmediği, derinlerde kalmış bir bilginin gün ışığına çıkmakta olduğunu farketti, kulak kabarttı. Hiç oralı değilmiş gibi davranırken İsmail Usta başlamıştı anlatmaya; "Ünü kıtaları aşmış, yedi düvele yayılmış bizim Cihan Pehlivanı Koca Yusuf, Amerika'daki bütün rakiplerini tek tek dize getirmiş, gemi ile geri dönerken Atlas Okyanusunu geçtikleri sırada, bir fırtınaya tutulup, bindiği gemi alabora olmuştu."
     Dr. Vedat, Koca Yusuf diye bir pehlivandan bahsedildiğini az çok duymuştu ama sadece eski zaman pehlivanlarından biri olarak biliyordu, o kadar. Onun hakkında başka bir bilgiye sahip değildi. Dur bakalım hayırlısı, sanki buradan ilginç bir hikâye çıkacak gibi duruyordu. İsmail Usta'nın anlatmasını kesmemesi için dua ediyordu. Eğer onun anlatımını bozacak, ilgisini başka yöne çekecek birşey olursa, istediğin kadar sor, hiçbir şey hatırlamaz, 'hadi len deli, benimle eğlenme' der, gülerek yürür giderdi.
     İsmail usta oturduğu bankta, elini çenesine dayamış, dalgın dalgın uzaklara bakarken, sanki okyanustaki büyük dalgaları görüyormuş gibi gözlerini dehşetle açmış, oradaki olayı yaşıyormuşcasına anlatmasını heyecanla sürdürüyordu;
     "Tabii o zamanlar böyle modern gemiler yoktu. Bindikleri bu gemi de okyanusun kocaman dalgalarına dayanamamış, yan yatmış vaziyetteyken, güvertede bulunan filikalar alelacele çözülerek bir bir suya indiriliyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar koskoca gemi sulara gömülmüştü. Etrafta yüzen eşyaların arasında, denize dökülen insanlar can derdine düşmüşlerdi. Bir bağırış, bir çağırış almış başını gidiyor, büyük bir can pazarı yaşanıyordu. Yüzme bilenler dalgaların üzerinde durmaya çalışıyor, bilmeyenler ise kısa bir çırpınmanın ardından, teker teker suya gömülüyordu. Kimisi etrafındaki batmayan eşyalara tutunmuş korkulu gözlerle çevresine bakınıyor, kimisi kurtarma filikalarına doğru yüzüp, güç belâ sandallara çıkmaya çabalıyordu. İşte bizim Cihan pehlivanımız Koca Yusuf'umuz da yüzenler arasındaydı. Bir sandala doğru yüzüyor, fakat oradaki itişme kakışmayı görünce, vazgeçip bir diğerine yöneliyordu. Kazazedeler çok sayıda bir sandala doluştuklarından, sandalın kenarı neredeyse suyun hizasında yüzüyor, bir kişi bile sandala çıkması halinde batacağı gün gibi aşikârdı. Sandalın içindekiler de canla başla bu sonradan binmeye çabalayanları elleriyle, olmadı küreklerle suya itiyorlardı. Onları bindirmemek için uğraş veriyorlardı. Bazen başarılı olamayıp sandal alabora oluyor, hep beraber suya düşüyorlardı. Yüzmekten yorgun düşen Koca Yusuf, şimdi gözüne bir sandal kestirmiş, ona doğru son bir gayretle yüzüyordu. Tehlikeyi sezen sandaldakiler, onların bulunduğu sandala doğru bir balina gibi yüzmekte olan bu insan azmanını görünce ürkmüşler, hemen savunmaya geçmişlerdi. İçindekiler, bir taraftan sandalı Yusuf'un bulunduğu yerden uzaklaştırmaya çalışırken, bir taraftan da sandalın kenarına yapışan, çelik bir mengene gibi kuvvetli pençeleri açmaya çalışıyorlar, fakat başarılı olamıyorlardı. Yusuf binmeye kalktıkça sandalın dengesi bozuluyor, devrilecek gibi oluyordu. Kürek çekenler de çekmeyi bırakıp son çare olarak, sandalın kenarına tutunup çıkmaya çalışan bu insan azmanının ellerine, kafasına, küreklerle acımasızca vurmaya başladılar. Bu bir ölüm kalım savaşıydı, insanoğlunun doğasında vardı... Ölmemek için öldür! O kazadan sağ kurtulan bir İngiliz gazeteci, sonradan anılarını anlatırken, 'ben sandalın arka kısmında düşmemek için sımsıkı kenarlara yapışırken, denizden aniden çıkıp, sandalı arka tarafından yakalayan devasa iki el, sandaldakilere tehlikeli anlar yaşatıyordu. İşte orada sonumuzun geldiğini hissettim. Kürek çekenler, ellerindeki küreklerle bu ellere vuruyor, vuruyorlardı. Fakat boşandırmak ne mümkün... Ellerin üzeri kan içinde kalmış, parmaklar kırılmış, fakat bu iki inatçı el, bir türlü sandalın kenarını bırakmıyordu. Sonunda, ellerin sahibinin başının yana düştüğünü gördüm. Sonunda mücadeleyi kaybetmişti. Fakat hayret edilecek birşey vardı. Adam bayıldığı halde, elleri hâlâ sandala yapışık öylece duruyordu. Birkaç kişi cesaret edip, zorla bu çelik gibi pençeleri sandalın kenarından boşandırmıştı da hepimizin hayatını kurtarmıştı' diye yazacaktı."
     Dr. Vedat, dinlerken hiçbir hareket yapmamış, İsmail ustanın konsantrasyonu bozulacak diye nerdeyse nefesini tutmuş, onu sessizce dinlemişti. İşte onun bilmediği, fakat hepimizin deli dediği, gülüp geçtiği birisinden, bir bilgi kırıntısını yerleştirmişti dağarcığına. Yavaşça İsmail ustanın sırtını sıvazlayıp, onu bankta kendi kendine bırakmış, polikliniğe doğru gidiyordu. Birden bahçedeki 'Düşünen Adam' heykelinin yanına, aynı heykelin oturduğu gibi oturmuş, pırıl pırıl sarı kısa saçlı, zayıf, narin yapılı bir genç kız dikkatini çekti. Daha önce onu gördüğünü hatırlamıyordu Herhalde yeni gelmişti.
     Şimdi bu kız otururken, elini yüzüne doğru kaldırıp, yavaş bir şekilde yüzünü okşarcasına sıvazlıyor, çenesine doğru inen elinin parmak uçları, yumuşak bir şekilde birleşip kucağına iniyordu. Bunu kısa aralıklarla birkaç defa tekrar etmişti. O sırada oradan geçmekte olan hasta bakıcıya sordu Vedat. "Bakar mısınız, ben bu hastayı yeni görüyorum. Hastaneye yeni mi geldi, yoksa ben mi farkedemedim?"
     Önce kimden bahsettiğini anlamadı hastabakıcı. Ama Doktor Vedat Bey'in işaret ettiği yöndeki kızı görünce, yüzü ışıdı. "Kim? Haa, o mu? Doktor Bey, o hasta bir aydır burada." diye bilgi verdi. "Yukarıdaki on ikinci koğuştaydı. Geldiğinden beri hiç kimseyle konuşmadığından, pek avluya çıkarmıyorlardı. Gerçi birkaç defa vizitelerde görmüş olmanız lâzım ama. Ah, tabii ya! Saçlarından hatırlayamadınız siz. Geldiğinde saçları simsiyahtı, boyalıydı. Bildiğiniz gibi, yeni gelenlerin saçlarını hijyen açısından hemen üç numaraya vurduğumuzdan, altından kendi normal sarı saçları çıktı. Tabii bir ayda biraz uzadı." dedi ve ona doğru baktı hastabakıcı. "Çok güzel bir kız değil mi doktor bey?"
     Doktor Vedat, düşünceli düşünceli başını salladı. "İlginç... Değişik bir vakaya benziyor. Bu kız hakkında bilgi toplamalıyım, demek hiç konuşmuyor. Hımm..."
     "Yok, tam olarak hiç konuşmuyor değil. Arada sırada, 'adım sarı, açık sarı' gibi tekerleme şeklinde bir cümle söylüyor, hepsi bu kadar."
     Dr. Vedat, yolunu değiştirerek genç kızın yanından geçerken, onu yakından görme imkânı buldu. Tam yanından geçerken, başını kaldırıp ona bakınca, bu griye çalan masmavi gözlerle karşı karşıya geldi. Fakat hiçbir anlam ifade etmeyen, bomboş bakışlardı bunlar. Bir ay önce, kömür gibi kapkara saçlarıyla hastaneye getirilen Şebnem'in saçları, her yeni gelen hastaya yapıldığı gibi üç numaraya vurulmuştu. Üzerinden de bir ay gibi zaman geçince, o doğal, pırıl pırıl parlayan altın renkli, açık sarı saçları ortaya çıkmıştı. Buğulu cam gibi masmavi gözleri ile bu saçlar birleşince, sanki buraya ait olmayan bir güzellik timsali gibi durmaktaydı.
     Şimdi akıl hastanesinde bulunan, açık sarı saçları, masmavi buğulu gözleri olan bu kızcağız, ünlü Susurluk Kazası'nın legal olarak tek canlı şahididir. Cinayet gibi kazanın nasıl olduğunu, kimlerin nasıl plân yapıp, kazayı nasıl yaptırdığını rastgele gören talihsiz bir genç kızdır o sadece. Benzin istasyonunda bulaşıkçılık yaparken, hayatının böyle değişeceğini nerden bilebilirdi ki? Kahrolası o gece dışarı çıkıp, rastgele oradaki konuşmalara şahit oluyor ve bu ölüm plânını en ince ayrıntılarına kadar duyuyor... Duyuyor ama önceleri bir anlam veremiyor olaya. Fakat az sonra, katliam gibi bu olayın başlatma emrini veren, hafif sakallı, elmacık kemikleri çıkık, gözleri kor gibi yanan, kırk yaşlarında, üzerinde eski, hâkî renkli askeri bir parka bulunan o şahısla gözgöze gelmiştir. Tam da bu anda, birkaç saniye sonra orası cehennem yerine dönecektir ve yolda meydana gelen kazayı bile görememiştir. Çünkü korkunç patlamanın ardından yanlışlıkla ona çarpan bu şahıs, adamlarına onu göstererek, 'yakalayın bu sarı saçlı orospuyu, öldürün' talimatını vermiştir. Ama yine de Şebnem, oradan bir şekilde kaçmanın yolunu bulur ve kaçar, kaçar, kaçar...
     O dakikadan sonra Şebnem, bir kaçaktır. Öldürülmemek için, yaşamak için, isim ve kılık değiştirerek kaçacaktır. Peşindeki şahıs çok tehlikeli, kod adı 'Sırtlan' olan ve emniyet güçlerince Türkiye'nin dört bir yanında aranmakta olan, ama nedense bir türlü yakalanmayan, 'Derin Devlet' ile ilişkisi olduğu tahmin edilen birisidir. Çünkü çalıştığı yere ertesi gün, hemen birtakım şahıslar gelip, onu soruyorlar ve araştırıp sorarken, 'saçları sarı, açık sarı olan bir kız' diye arıyorlardı. Daha sonra, tesadüfen bir gazete sayfasında gördüğü bir resim, olay gecesi kamyonun yola çıkması talimatını veren şahıstan başkası değildi. O Sırtlan'dır. Onu arayıp sorarlarken, 'saçları sarı, açık sarı' sözleri beynine kazınmıştı Şebnem'in. O yüzden bundan sonra, bu saç rengini kimseler göremeyecekti. Taa ki, bu hastaneye yatana kadar. Suuçtu'da yaşadığı korkunç olaydan sonra çok üzüldüğünden akıl sağlığı bozulmuş, Metin'in ölümünü unutturmak için, beyni savunmaya geçmişti. Geçmişi ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyor, sadece çok yıllar önce tesadüfen şahit olduğu, onun hayatının yönünü değiştiren, kaçışını başlatan bu kazadan, beyninde arta kalan hatıralar su yüzüne çıkmaya başlamıştı yavaş yavaş.
     Dr. Vedat geriye döndü. Gelip yavaşça genç kızın yanına çömeldi. Sonra o masmavi, ama bomboş bakan duru gözlere gülümseyerek baktı. "Merhaba güzel kız. Adın ne senin?" diye sordu güleç bir yüzle.
     Bu güzeller güzeli, boş gözlerle bakan kızın dudaklarından, o bilmece gibi cümle dökülmüştü yine...
     "Adım sarı, açık sarı."
     Gülümsedi Dr. Vedat... "Biliyorum, biliyorum."
     Kış kendini iyice göstermeye başlamış, o tatlı tatlı esen rüzgârlar yerini sert, acımasız esen karayele bırakmıştı. On ikinci koğuşun tahta penceresinin pervazları uğulduyor, bazen korkunç sesler çıkartarak, hastaların karabasan görmesine sebep oluyordu. Koğuşun dip tarafında, pencere kenarındaki yatakta yatan biri, aniden bağırarak uyandı. Çığlıklar atıyordu.
     "Kamyon... Kamyon! Araba kamyona çarpacak! Anneciğiiim! O adam geliyor!"
     Nöbetçi hemşire, oturduğu koltukta şöyle bir kıpırdadı. Yine başlamışlardı. Bir gece de rahat dursalar, bağırmasalar. Olmaz... İllâ ki bağırıp onu rahatsız edecekler. Bu defa hangisi bağırıyordu acaba? Muhakkak ormana kaçırılıp tecavüz edilen, sonra da karanlıkta sabaha kadar bırakılıp, aklını kaçıran o köylü kızı olsa gerek. Yoksa kocası tarafından bıçaklanıp, her tarafı delik deşik edilen, sonra da geneleve satılan o genç kadın mı? Bir hışımla odaya daldı hemşire. "Tamam geldim, geldim! Bağırma körolasıca! Sus! Ortalığı ayağa kaldırdın." Hemşire koğuşa girip ışığı yakınca, bağırma sesine uyanan diğer hastalar da yataklarında doğrulmuş, uykulu gözlerle etrafa bakınıyorlar, her kafadan başka bir ses çıkıyor, bir curcunadır gidiyordu. Hemşire cırlak, zil gibi sesiyle koğuşu susturdu. "Susuun! Susun başımın belâları, susun. Ben ne yapacağım sizinle ha? Ne yapacağım? Yine hanginiz götüne yılan kaçmış gibi bağırıyordu, çabuk söyleyin!"
     Hastalar bu insan azmanı, içi olduğu gibi yüzü de kapkara olan bu hemşireden çok korkuyorlardı. Onun, elinde devamlı gezdirip kırbaç gibi salladığı, kalın kablo telinin tadına bakmayan yok gibiydi. Hastaları korkutmak, sindirmek için bu telle ranzaların demirlerine sertçe vurur, çın çın öten sesiyle, sözüm ona disiplin sağlıyordu. Yine elindeki kablo telini, en baştaki ranza demirine vurup ortalığı sindirdi. Şimdi koğuşta çıt çıkmıyordu. Hemşire, o bağıran hastayı bulmakta kararlıydı.
     "Size sordum manyaklar sürüsü! Hanginiz bağırıyordu öyle?"
     Hastalar korkudan sinmiş vaziyette, elleriyle dip taraftaki yatakta yatan Şebnem'i gösteriyorlardı. Allah, Allah. Üç aydır burada yatıp sesi çıkmayan bu kız, hiç böyle bağırmazdı. Sadece yürürken veya tuvalete giderken biriyle karşılaştı mı, 'adım sarı, açık sarı' der geçer, hemşire de aklı sıra onunla dalga geçtiğini sanır, 'benim de adım kara, hem de kapkara' derdi ona. Bu kızın böyle bağırdığı duyulmuş şey değildi. Şebnem, Dr. Vedat Bey'in hastasıydı. Onunla üç aydan beri özel olarak ilgileniyordu. Bu yüzden ona dokunamıyordu 'Gündüz Feneri.' Bu ismi ona hastabakıcılar, temizlik elemanları takmışlardı renginden dolayı.
     Şebnem birden bağırmaya başladı yine... "Kamyon geliyor... O adam geliyor... Kaçın, kaçın!"
     Gündüz Feneri şaşırmıştı. Gerçekten de Şebnem'di bu kesik kesik bağıran. Hafifçe sarstı kızı. "Kızım sakin ol. Hişt sarı, açık sarı. Bak bakayım sen bana. Yok bir şey, kimse gelmiyor, hadi yat uyu. Yarın Vedat Bey'e söylersin o adamı, oldu mu canım?"
     Şimdi gözlerini korkuyla açmış, konuşuyordu. "Beni gördü o adam, öldürecek!"
     Şebnem'i omuzlarından tutup sakinleştirdi Gündüz Feneri. Ondan sonra yavaşça yatağına yatırıp üstünü örttü. Işığı kapatıp odadan çıkarken, "İlginç bir gelişme, bunu yarın Vedat Bey'e söylemeliyim." deyip usulca kapıyı çekti.

ADIM SARI AÇIK SARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin