Biliyordum. Elimde olduğu kadar elimde olmayan çok şey vardı, birisine güvenmek istediğinizde ne olursa olsun güvenirdiniz. İster katil, ister hırsız, ister yalancı olsun. O aptal güven duygusu üzerime çöktüğünde Yağız Gürsoy'a güvenmiştim. Ardından gelmesi muhtemel ihanete aldırış ettiğim yoktu ve aldırış etmemem benim sonum olmuştu.
Dakikalar birbirini kovalarken geçmiş ve şimdiki zaman arasında kalmış bir ayrıntıydım ben, geçmişe göz atarken bugünü yaşamayan biriydim.
Saat olabildiğince sinir bozucu bir şekilde çalışıyor tik tak sesleri sessizliğe sığınışımı engelliyordu. Gözlerimi kapattım ve ışığın başımı ağrıtacak kadar parlak olmasına aldırış etmedim. Her şey o kadar ulaşılmazdı ki bugünlere nasıl geldiğimi anlayamıyordum. Telefonun çalmasıyla kendime eziyet ettiğim düşünce saatim sonlandı, ilgisizce telefona uzandım ve açtım ama bu saatte rehberimdeki bir avuç kişiden hangisinin aklına geleceğimi merak ediyordum.
"Ayça?" dedi tereddütlü ses, numara belirsizdi ama ses çok tanıdıktı saniyeler sonra sese anlam yükleyebildim.
"Barış?"
Sesinde belirsiz bir rahatlama hissettim, numaramın onda ne aradığını ya da neden beni aradığını soracak gibi oldum ama aramasının geyik yapmak dışında bir sebebi olduğunu bildiğimden sustum ve dinleyici olmaya karar verdim. "Cuma gününden sonra nasıl oldun?"
"Yaşıyoruz işte," dedim mesafe dolu bir ses tonuyla.
Mesafelerim içine dert düşürmüş gibi sıkıntıyla homurdandı, her ne için aradıysa söylemeliydi ve bitmeliydi. "Müsait misin? Yüz yüze görüşmemizi gerektiren bir konu var ve o konunun senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum."
Orada son sözlerimi söyledikten sonra ve mesajlarına cevap vermeyişimle yüreğim hala burkuluyordu ama kararım kesindi ve değiştirmek istemiyordum böylesi ikimiz için de daha iyi olacaktı, birbirimizi tanıdığımızı unutup eski rutinlerimize geri dönebilirdik. Ürkütücü sessizliğimden reddedeceğimi anladığı için yalvarmaya hazır haldeydi.
"Lütfen. Bu son olsun."
En azından rica ediyordu. "Cumartesi iş günüm Cuma akşamı Çeşme'ye döneceğim. Bornova'daysan şimdi konuşalım, Ankara Caddesi'ndeki gençlik parkında."
"Geliyorum," diye mırıldandıktan sonra telefon kapandı ve telefonu bırakırken numarasını kaydedip kaydetmemek arasında kaldıysam da kararım kesin olduğundan gerek görmedim.
Ağır ağır yataktan kalktım ve üstümdekileri çıkarıp koyu bir kot ve kapüşonlu hırkayı giydim, hava yağmurlu olduğundan kapüşonu başıma geçirdim ve telefonu arka cebime attım, spor ayakkabılarımdan birini kutusundan çıkarıp giydim. Sevinç Teyze salonda olduğu ve geceleri dışarı fazla çıkmadığım için şüphelenmesini istemediğimden pencereden çıktım.
Belki de Sena'ya son durumu anlatıp yardım istemeliydim ama şimdi ödevlerine gömülmüştü. Her şeyi saklamak yerine üstü kapalı bir şekilde Sena'ya anlatmıştım, hissettiklerime şaşırsa da verdiğim kararı en çok o desteklemişti, belki de ona haber vermeden gitmemeliydim. Islak çimlere basmaktan nefret ettiğimden homurdanarak bahçeden çıktım.
Siteden çıkıp gençlik parkına ilerledim, yağmur yağdığından sokaklar boşalmıştı. Kaldırımda ben, iki genç kız ve yemek siparişi götüren sekiz yaşlarındaki erkek çocuğundan başka kimse yoktu. Adımlarımı hızlandırarak kavşağı döndüm ve park alanına ilerledim. Çocukların olmadığı parkları daha çok sever olmuştum ve güneş doğana kadar düşünebilmem için güzel bir yer gibi gözüküyordu.
Girişteki banklardan ağacın altında ve yarı ıslak yarı kuru bir banka oturdum. Yağmurun sesi yavaş yavaş dinerken ileride karga sesleri duydum, normal insanlar bundan ürkebilirdi. Bir iki dakika sonra çöken zeminin doldurduğu su birikintisinden ayak seslerini işittim ve Barış'ın geldiğini anladım, yanıma otururken purosunu uzattı ama istemediğimi belli eden bir jest yapıp gözümü uzağa diktim, fazla oyalanmak istemediğinden hemen konuya girdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
General FictionDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...