Hava sislenmeye başlamıştı, dudaklarımda kelimeleri esir eden mühür çözülmüş ve lanetlenmiş gibi toprağa dağılmıştı. Kelimeleri orada bırakmıştım.
Yağmur taneleri yavaş yavaş düşmeye başladı, giysilerime, kanla boyanmış ellerime, çıplak kollarıma, saçlarımın arasına. Aslında ürkütücüydü, yabancı eller bana dokunup ruhumdan parça alıyormuş gibiydi. Artık onları hissetmek istemiyordum.
Hava soğumuştu ama üşümüyordum, belki hissizleştiğimden belki de kollarının arasında olduğumdan.
Burası güvenliydi, burası yalnızdı, burada acıyı kusuyordum. Kanın kirlettiği zeminden uzaktım, çimlerin üzerine uzanıp bütün yorgunluğumun geçmesini istiyordum.
Katilin kollarındaydım. Bir beyni dağıtan katilin kollarında. Katile güveniyordum, katile ruhumu teslim etmiştim, katili seviyordum.
Yorgunluğum geçirdiğim günle ilgili değildi. Yorgunluğum yaşadıklarımdandı, yeni bir başlangıcın sonuna gelmek, sonun da diğer sonlardan farksız bir şekilde canımı yakmasındandı.
Gözlerim ağırlaşmıştı, ellerinden ellerime bulaşan kan, çimenlere bulaşmıştı. Kan ve Çimen. Birbirleriyle çok uyumluydu, ellerime bulaştırmaya hakkım olmayan kanı çimenlere bulaştırıp çimenleri lanetlemiştim.
Doğukan sıcak ellerini tenimde gezdirdiğinde üşüdüğümü fark ettim, çok uzun zamandır bu şekildeydik, aniden ürktüm ve rahatsızlıkla sıçradım, beni tutanın sadece kendisi olduğunu belirtir gibi kollarını vücuduma sarmaladı ve gri gözleri büyük bir anlayışla yüzümde gezindi. "Artık gidelim mi?"
Cevap veremedim. Çok konuşmamdan sürekli şikayet ederdi ama bu defa söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum, konuşmamam onu ürkütüyor olmalıydı. Bitkin bir ifadeyle başımı salladım ve kollarından ayrıldım, ayağa kalktı. "Yangın çıkmaz korkma," dedi bana kısa bir bakış atarken, ellerimdeki kanın bulaştığı çimene bir kibrit attı ve çimenler sağanak bir yağmura tutulmadan önce yanmaya, kanı yok etmeye başladı. "Yağmur söndürür."
Kalkmam için elini uzattığında çimenlerden destek alarak kalktım, diz kapaklarıma yumuşayan toprağın lekeleri bulaşmıştı. Mesafeli tavrımı haklı bulduğu için ses çıkarmadı.
Arabanın sürücü koltuğuna geçerken ben de yanındaki koltuğa geçtim, arabanın kendi arabası olmaması mantıklı bir hareketti.
Toprağa saplanan tekerleği on saniye içinde motorları zorlayarak çıkarırken arabayı çalışırdı ve lanetlenen yerden uzaklaşmaya başladık. Başımı geriye yaslarken vücudumu tükenmişlik dalgası sardı. Gözlerim ışıklardan ağırlamış ve migrenim başlamıştı. Vücudumu taşıyamayacak kadar bitkin hissediyordum, omuzlarımda ve ensemde iğrenç bir ağrı vardı.
Başımı daha çok ağrıtmak için arabanın müziğini açtım, gürültülü ve ağır metal müzik arabayı doldurdu. Şarkıyı tanıyordum, Yağız'ın en sevdiği şarkılardan biriydi, arabasında sürekli duymuştum. Bring Me The Horizon-Alligator Blood çalıyordu.
Şarkının sözlerinde silahı kafasına dayayıp duvarları beyniyle boyamasını söylüyordu. Aklımda canlandırmama gerek kalmadan Guillermo'nun kanlı görüntüsü gözümün önüne geldi, kısa bir an göz göze geldik ve aynı anda radyoya uzanıp şarkıyı kapattık.
Sessizlik.
Derin bir nefes aldım, kafamın içinde bir sürü çark birbiriyle çarpışıp sesler çıkarıyor ve başımı ağrıtıyordu. Her şey çok üst üste gelmişti. Maria olayına olan sinirimi henüz atlatamadan Gustavus Antonio'nun anlattıkları ruh halimi çökme derecesine getirmişti. Birinin nefesini ensende hissetmek ve bu korkuyla yıllarca yaşamanın nasıl bir his olduğunu asla bilemezdim. Rus ruletinde yaşadığım korku ve suçluluk hissinin ardından alışık olduğum cesedi görmek beni tam anlamıyla mahvetmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
General FictionDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...