"Ben o, orospu çocuğu değilim," dedi sert ve itiraz edercesine.
Kafamın içinde bu sözler dönüyordu. Aramızdakilerin başladığı geceydi. Ona acılarımı anlattığım her dakika kontrolümü kaybetmeye başlamıştım. Şubat gecesi canlanıyordu. Mutfak tezgahının üzerine oturmuştum, o da sandalyeye oturmuş o yorgun görüntüsüyle beni inceliyordu. Karşılıklı viski içiyorduk, adının Yağız Gürsoy olduğunu söyledikten sonra beni ben yapan her şeyi ona anlatmaya başlamıştım.
O gece özeldi. Geçmiş beni yıllarca kelepçelemişti, acılarımı en yakın arkadaşıma anlatmamıştım ama bir başkasına anlattıktan sonra kollarında teselliyi bulmuştum, bir başkasının anlayış dolu gri gözleri bana kelepçelenmiş yılları veremezdi ancak ileride yaşayacağım yılları özgürleştiren o anahtarı vermişti.
Yüzüne bir daha asla bakamazdım, ruhumu bütün çıplaklığıyla görmüştü, benim için acılarımı anlatıp bir daha yüzüne bakmayacağım bir başkası olarak kalmalıydı, asla ruhuma bu kadar sahip olmamalıydı.
"Senden bedenini istemedim."
İstemişti. Bütün tamahkarlığıyla vücuduma sahip olmayı istemişti, sahip olsa bile asla doymayacaktı, beni tüketecekti.
Masanın üzerine beni fırlatıp kendini bastırdığı an bedenimi istemişti ve bunu istemesinin sebebi beni arzulaması değildi, benim bir başkasını arzuladığımı düşünmesiydi. Ona ait olduğumu kanıtlamak istemişti ama ben kimseye ait değildim. Sözlerini anımsıyordum.
"Okuduğun kitaplardaki centilmen adamlar değilim ben," demişti bir keresinde. "Sana çiçekler almam, seni sevgi sözcükleri ve öpücüklerle mutlu etmem. Sana verebileceğim tek şey büyük bir yıkım ve hissizlik, seçim yapmak için çok geç. Ruhunu bana gösterdikten sonra benden kaçamazsın. Benimsin ve itiraz edemezsin."
Evet, o centilmen adamlardan değildi. Kimseye ait olmadığımı biliyordum, henüz ait değildim. Ancak uğruna döktüğüm gözyaşlarım onun ellerinde olduğumu gösteriyordu, masada öylece dururken kontrolün kendinde olduğunu göstermek için kendisinden nefret etmemi göze almıştı. Henüz değildi ama parçalanmaya çok yakındım, onca güzel zamanı bana hediye ettikten sonra beni bir yıkımla baş başa bırakmıştı.
Kurbanını güvenle besledikten sonra, zamanı gelince kurbanı sonuyla tanıştıran bir katil gibiydi.
"Sen benimsin," derdi sürekli. "Benim olanı kimseyle paylaşmam, elini uzatırlarsa ellerini koparırım, gözünü dikerse gözünü oyarım. Gülüşünü sevemezler, kokunu bilemezler."
Sözleri, iyi bir aptalı kandıran kötü ve akıllı bir aptalın sözleri değildi. Uğruna dünyayı karşısına almaya hazır, sahiplenen birinin sözleriydi. Ancak söylediklerinin aksine yaptıkları sadece öfkesine yenik düşen birinin kanıtlama arzusuydu.
Neyi kanıtlamaya çalışmıştı, kime kanıtlamaya çalışmıştı? Her şeyin temelinde yatan iki soru vardı. Kendisine ait olduğumu belirtmek için mi bana bunu yapmayı düşünmüştü yoksa Yağız'a karşı mı bunu kanıtlamak istemişti? Belki de kendisine kanıtlamaya çalışıyordu.
Bana başıma gelen her şeyi kaldırabileceğimi söylemişti. Düşünce ayağa kalkabileceğimi, boğulsam yeniden nefes alabileceğimi söylemişti.
"Üstesinden gelemeyeceğin şey yok senin, her şeyini kaybetsen yeniden başlarsın. Pes etmenin ne olduğunu bilmeyen insanlardansın."
Yalandı. Bu defa omzuma büyük bir yanlış olabilecek kadar yükler binmişti ve kaldırabileceğimden daha da ağırdı. Kabul ediyordum, eskiden kötü haldeydim ama şimdi içi boş bir torba gibiydim, bitik haldeyim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
General FictionDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...