Tamahkar, daha fazlasını istemek, asla doymamak yani bir nevi aç gözlü anlamına gelir.
-
Bir ruhu öldürmek, bir bedeni öldürmekten daha büyük bir günahtır.
Bir ruhun gülüşünü yok etmek, yerine düz bir çizgi yerleştirmek, canlı rengini içine çekerek yerine soğuk bir siyah bırakmak bir bedeni kanlar içinde bırakmaktan daha büyük bir günahtı.
Bir ruhu yok ederseniz rengini, hayallerini, gülüşlerini ve hayatını çalmış olursunuz ancak bir bedeni yok ederseniz sadece nefeslerini ve damarlarındaki kanı çalarsınız. En büyük katiller hayalleri ve renkleri katleden zalimlerdir.
Gülümsediğim zamanı anımsıyordum, dudaklarım zorundan değil de içinden geldiği için bana merakla bakan gözlere karşı yukarı kıvrılıyordu, ancak zamanın katlettikleri arasında gülüşüm de vardı.
"Sen de yiteceksin zamanın tükettikleri arasında..."
Zamanın neleri tükettiğini görebiliyordum. Canlılığımı zaman içinde solukluğa bırakmıştım, gülümsemelerim bir mazinin gri sislerinde kalmıştı, neşem ise artık zoraki hatırladığım bir kavrama dönüşmüştü. Ancak zamanın benden tükettiği en büyük şey affetme özelliğiydi.
Affetmek. Yapılan hatayı görmezden gelerek körü körüne güvenmek, bir daha yapmayacağına inanmak, kalbini kıracak gücü tekrar ellerine vermek. Eğer affedebilseydim her şey çok farklı olabilirdi, belki de bu yüzden mutlu olamıyordum. Yıllar sonra duyduğum güven ansızın bana tokat atmıştı. Duyduğum güven bir cehennem tasvirinin yakıcılığını sırtlanırken içten içe parçalanıyordum.
Ruhumu istediğini söyleyen bir adama güvenmiştim, acı dolu yılların ardından.
Yağız Gürsoy'un kollarına koştuğum zamanlar kendi sonumu hazırladığımı biliyordum, aynı hatayı bir başkasının kollarına koşarken yapmıştım. Aynı acı hissi artık bana bıkkınlık vermiyordu, yeniden hissettiriyordu. Sevmek, nefret etmekten daha zordu. Güvenime edilmiş ihanete ve paramparça olmanın kıyılarında gezinen duygularıma rağmen hala onu sevdiğim gerçeğini değiştirmiyordu.
Ancak öfke doluydum, her an parçalanıp parçalarımla etrafa zarar verecek kadar öfkeliydim, öfkem öylesine büyüktü ki gazabımın bir ötede olduğunu hissediyordum. Uzun bir uykudan uyanmış gibiydim, duymadığım şeyleri artık duyuyor gibiydim, görmediklerimi görüyor gibiydim. Her şey o kadar netti ki bir Pazar sabahı güneşinin, bir denizin kokusunun canlılığını taşıyordu.
"Tüm gücün bu mu? Daha sert vur," dedi Yılmaz Hoca dikkatimi dağıtarak, ellerini arkasında birleştirirken aniden gelen özel ders isteğinin çalışkan bir öğrencilikten çok altında yatan öfkeyi seziyordu. "Bacaklarını kır biraz, yanlış yapıyorsun. Son beş dakika, sonra gidiyorum."
Kum torbasıyla bugün çok iyi anlaştığım doğruydu. Dakikalardır hırsımı kum torbasından çıkarıyordum öylesine sert ve adrenalin dolu çalışıyordum ki boks eldiveninin içindeki ellerim acımaya başlamıştı ve ellerim kanamıştı, dönerek tekme atarken kum torbası bana daha fazla dayanamıyormuş gibi patladı. Kum torbasının patlamasıyla birlikte hırslı ruh halimden çıktım, etrafa saçılan elenmiş kum ve süngerlere bakarken ne yaptığımı henüz anlamıştım, eldivenleri çıkardığım gibi yere attım.
Yere eğilirken aşırı çalışmanın ganimeti olan ter damlaları alnımdan dama zemine düştü. "Ben çok özür dilerim..." derken sanki ellerimde sihir varmış ve düzeltebilecekmişim gibi kum torbasına dokundum. "Ödeyebilirim..."
"Sus," diye sözümü kesti Yılmaz hoca ve yanıma oturdu. Alnımdaki ter damlalarını elindeki bezle silerken aşırı bir yakınlaşma olduğunun farkındaydım ancak işini bitirene kadar susmaya devam ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
General FictionDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...