Bölüm şarkısı: Bring Me The Horizon-Hospital For Souls (Bring Me The Horizon Yağız Gürsoy'un favori müzik grubudur)
"Çünkü hepimiz boş bir merdivende yalnız yürüyoruz, sessiz salonlar ve isimsiz yüzler. Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez, ölümden daha fazla korkamam. Binlerce kez öldüm zaten."
-
Ayaklarım suyun içinde gel git yapıyordu. Ağustos'un son güneşleri vücudumu ısıtırken o tatlı sıcaklığı hissedemiyordum.
Dünyanın sonu gelmiş gibi bir gün içerisindeydim.
Güneş vardı ama güneşi kaplayan gri bulutlar son sabaha silik aydınlığı layık görür gibi büyük bir aşağılamayla güneşin önündeydi. Bir yaz günü aniden sonbahara dönmüş yaz mevsiminin meyveleri çürümüş, çiçekleri solmuştu. Yıpratıcı karanlık kışın ardından gelen bereketli yaz büyük bir kasvet ve kaosa kucak açmış dünyanın son sabahını reddetmek üzere yaklaşan karanlık geceyi duyuruyordu.
Bize dans ettiren notalar karanlığa bürünmüş yüreklerimizdeki korku ritmini artırmak için kötülükle iş birliği yapıyordu. İyi günleri ve umudu anımsatan her şey pes etmiş kasvet topraklarına sürgün edilmişti. Umutla çırpınan yürekleri korku esaretine almış avucunda sıkıyordu.
Beyazlar siyah olmuş, aslanlar kuzuya dönüşmüş, iyiler utançla zincirlenirken kötüler tahtlarında omuz üzerinde taşınıyordu.
Her zaman iyilerin kazanacağını söylemişlerdi ama benim için kocaman bir saçmalıktı. Tamamen kötü ya da tamamen iyi değildim, ancak bunları hak etmemiştim.
Toparlanırdım, daima toparlanırdım. Ayağa kalkmayı bilirdim, gözyaşlarını tutmayı bilirdim ama bu defa toparlanmakta güçlük çekiyordum.
Antika saatlerin katlettiği zamanın gölgelerinde uzanmış, ıssızlığın koynunda tükenişimi izliyordum. Bir adım atsam uçuruma yürüyecekmişim gibi, bir adım atsam insanların arasına dönecekmişim gibi. Antika saatler bana vaat edilmiş zamanı öldürüyordu, hiçbir şey yapmamaya devam ettikçe sonum yaklaşıyordu.
Tutunduğum her şeyi kaybettiğimi biliyordum, uğruna savaştığım her şeyden vazgeçmeye başlamıştım, bir su parçası ve güneşin bayatlamış son Ağustos ışıklarının altında her şeyden vazgeçmiş gibiydim.
'Umutsuzluk en yakıcı zevktir' yazıyordu Dostoyevski'nin satırlarında, doğruydu. Kaybettiğim her şeyi bir daha geri kazanamayacağım gerçeği bana o hissi veriyordu.
Bittiğini söylemişti, kabullenmemek için direnmiştim ama yüzümdeki o çaresiz, iğrenç gülüş bana bittiğini söylüyordu.
Telefonumun sesi beni düşüncelerimden ayırdı, telefonu elimle çimenlerin üzerinde aradım ve kim olduğuna bakma gereği duymadan telefonu açtım.
Trafiğin gürültüsü kulağımı doldurdu ve bu sessiz sakin bir yerde yüzümü buruşturmama sebep oldu. "Ayça?" diye sordu ben ses vermeyince, "Ardıçlı'da mısın?" Yağız'ın sesinde sessiz bir öfke vardı.
"Evet, birazdan hazırlanıp mahkemeye gideceğim," diye yanıtladım başımı kaldırıp güneşe bakarken, "Bir şey mi oldu?"
Mahkeme konusunda beni defalarca uyarmıştı. Hiçbir şey görmemiş ya da duymamış gibi davranacaktım.
"İyi tahmin etmiştim, oraya geliyorum." Dedi dişlerinin arasından konuşurken, "Göl kenarında mısın neredesin?"
"Göl kenarındayım," diye onayladım. "Yalnız mı geliyorsun?"
"Şerefsiz erkek arkadaşınla çakma sarışın da yanımda. Gelince konuşacağız. Beş dakikaya oradayım."
Onaylamamı beklemeden telefonu kapattı. Onu görmeyeli iki gün olmuştu ama bana asırlar gibi geliyordu, yeniden görecek olmam içime bir sıkıntı yerleştirdi, onu görmek istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
General FictionDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...