- BÖLÜM ÜZERİNDE TARİH 13 ŞUBAT 2014-
-
Perşembe gününün sükunetini kapatan kara bulutlar pisliklerinden arınırcasına yağmura yol veriyordu. Birkaç damla yağmur ahenkle bulutları terk ederken kaldırımda her an kuruyup silinecek gibi lekeler bırakıyordu. Gün yeniden yerini akşama bırakmıştı, yağmur yağdığından hava sertleşmişti, biraz sonra yağmur daha sert yağmaya başlayacaktı.
Evden çok uzak değildim ama Musalla Mahallesi'nin elit, bir o kadar da tehlikeli ara sokaklarında bu şekilde dolaşmak bana güven duygusunu vermiyordu. Sesler birbirine karışırken yaklaşan fırtınanın gürültücü sesi hepsini bastırdı ve derin bir nefes alıp adımlarımı hızlandırdım.
Affetmek ne garip şeydi. Biri duyduğum güvene ihanet ediyor ama özür dilediği an kırılmış olan asla kırılmamış gibi yeniden güveniyordum. Ancak ben affedemiyordum, sorunum buydu. Geçmişimi affedebilseydim bugün bambaşka birisi olurdum, bugünümü çalan geçmişimdi. Ve yarınlarımı çalan da geçmişimin yakıcılığı olacaktı.
Affetmemek için bir sürü neden ve kişi varsa da ben en çok Poyrazoğlu ailesini affedemiyordum. Yalanlar güzel şeyler değildi yalancı olsam da, acıtmaması için pembeye boyanmış gerçeklerdi.
Yağmur daha da sertleşip kırbaç havasıyla yüzümü parçalarcasına hızlandı. Gerçekler kadar acıtmıyordu oysa. On yedi sene boyunca kandırılmıştım, ailevi bağlarımızın gerçek olduğuna inanmıştım, babamın gerçek babam olduğuna inanmıştım, gerçekleri öğrendiğimde tüm savunmaları, 'Senin iyiliğin içindi' olmuştu.
Görünmez bir el boğazımı sıkıyordu, kaçtığım her şey bir gün yakıcılığıyla karşıma çıkacaktı ve vakti gelmişti, çok az kalmıştı. Sükûnetimin son sessiz günlerini yaşıyordum, sonrası fırtınalara teslim edilmiş kara günler olacaktı.
Telefon çaldığında Sevda olacağından bakmadan açtım. "Ayça," dedi tahminimi doğrulayarak, "Sen parti ortamı hiç sevmezsin, gelmeyeceksin değil mi?" dedi yakınırcasına. Aslında konferanstan geliyordum, yorgun olduğumu bahane edip gitmeyebilirdim ama bir söz vermiştim, istesem de istemesem de arkasında duracaktım, babasının prensesi bir kız olarak büyüdüysem de belirli disiplin kuralları vardı, sözünün arkasında durmak gibi.
"Hayır," diye itiraz ettim. "Hayır, gerçekten partine geleceğim." Partisine de kendisine de lanet olsun. Tükenmişlik ve agresiflik sendromuma girmiştim, herkese karşı öfkeli olduğum zamanlardı. Eve iyice yaklaşmıştım kaldırımı hızlı adımlarla geçtim, telefonumu omuzum ve yanağım arasına sıkıştırırken anahtarı çevirip kapıyı açtım.
"Tamamdır," dedi büyük bir mutlulukla. "İki saate gel," dedi ve telefonu kapattı.
Eve girer girmez mutfağa kendimi atıp kahverengi tezgaha çantamı koydum ve ceketimi çıkarıp askılığa astım, çok bunalmıştım. Sıkıntıyla atkuyruğu yaptığım sarı saçlarımı tokanın esaretinden kurtardım ve saçlarımı düzenledim. Hastane son zamanlarda konferanslara katılır olmuştu ve katılmak zorunda olanlardan biriydim.
"Sena?" diye bağırdım bir umutla ama sesim daha çok öfkeli çıktı. Ev arkadaşımın acilen ortaya çıkması gerekirdi, korku filmi izlemiştim ve etkisinden kolay kolay çıkacak biri değildim.
Ve Sena tam da tahmin ettiğim gibi elinde yarısında kaldığı meyve salatası tabağı, üstünde ev kıyafetleri, orta tonlardaki kahverengi saçlarını aşağıdan topuz yapmış kulaklığından yükselen müzikle dans edip kendince eğleniyordu. Gülümseyerek ona bakarken o da beni fark edip kulaklığı çıkardı. "Ayça Poyrazoğlu. Nihayet gelebildiniz."
Kinayesinin özel bir anlamı olduğu için ikimiz de güldük ve ben yemek için buzdolabına ilerlerken Sena salona geçip kırmızı koltuğa oturdu. Ellerimi yıkadım. Kuşbaşını dolaptan çıkardım ve doğrama tahtasının üzerine eti yerleştirip küp şeklinde kestim. Yemekleri her zaman ben yapıyordum ama bugün yemek yaparsam mutfağa terör estireceğimi biliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKASI
Fiction généraleDoğukan Arınç Balcı. Dünyasını, bize yaşamı anımsatan bütün canlı renklerden soyutlamış ve en az kendisi kadar hissiz bir hayat olan griyi yaşıyordu, dünyasında ona ait tek renk, griydi. Tehditkar, sert, hükmedici ve çekici görünümünün ardında...