Kaybolmuştum.
Parker'la ayrıldıktan sonra kaybolduğumu düşünebilirsiniz. Yani evet, kaybolmuş, üzgün ve kafası karışmış hissediyordum. Ama benim demek istediğim şey, gerçekten kaybolduğum, yani gerçekten. Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yok.
Evet, içinde olduğum durum bana göre oldukça tipik. Son sözü söyleyen ben olmak isteyip, beni takip eden Parker'dan öfkeyle uzaklaştım ve sanırım o da ya pes etti ya da yolu kaybetti. Eve gitmek istemiyordum, belki Parker'ın orda benimle konuşmak için bekleyecek olmasından ya da anne ve babamın hüzünlü ruh halimi farkedip bunun hakkında konuşmak isteyebileceğinden. Aslında biraz kendi başıma düşünmek için yalnız vakit geçirmek istiyordum. Bu yüzden bir adım attım ve yürümeye başladım.
Ve işte böylece kayboldum.
Telefonumdaki haritayı kontrol ettiğimde gitmek istediğim yere oldukça uzakta olduğumu gördüm. Ev dönmek için birkaç otobüse binmem gerekebilirdi. Bu düşünce bana, son paramı da bir sokak satıcısının yaptığı sosisliye yatırmamış olmayı dilettirdi. Aslına bakarsan bu çok da ziyan sayılmazdı. Tavada cızırdayan sosisler ve koku beni baştan çıkarıp satın almaya ikna etmişti, ama yine de çok lezzetliydi ve asla bir ziyan değildi. İstediğim son şey ise, beni buradan almaları için ailemi aramak ve yol boyunca nasihatler dinlemekti. Parker söz konusu bile değildi. Sonra aklıma çocuklar geldi. Ama onlara çok yük olurdum, zaten her şeyin bir hiç için olduğunu öğrendiklerinden sonra bunu yapmak isteyeceklerinden de pek emin değildim.
Bir banka oturup yüzümü ellerimin arasına aldım. Nefesimi bıraktım. "Her şey bir hiç için."
Ve şimdi kimsem yoktu. Yine. Belki de baştan beri kimsem olmamıştı, kendim bile. Çocukları kaybettiğimde daha da acınası ve üzücü olan hayatım hakkında bir gözyaşı seli oluşturmaya mı yoksa hüsran içinde çığlık atmaya mı başlasam bilemiyordum. Sadece birine ihtiyacım vardı şu an, çocuklara ihtiyacım vardı. Onları gördüğümde ne yapacağımı veya ne diyeceğimi bilmiyordum, onların beni gördüğünde yapacakları veya söyleyecekleri şeyleri umursamıyordum. Sadece onları görmek istiyordum.
Telefonumu açtım ve Trace Ace uygulamasına girdim. Haritada nerede olduğuma baktım ve gözlerimi kırpıştırdım. Yakınlardı, üçü de sadece birkaç blok uzaklıktaydılar. Banktan kalktım ve haritayı takip ederek sokak boyunca yürüdüm. Oldukları yere vardığımda, kafamı telefondan kaldırıp neresi olduğuna baktım.
Bir bar.
Şey, eve dönebilmem için tek şansım onlardı. Ama biliyordum ki bu aslında sadece onları tekrar görmek için bir bahaneydi. Derin bir nefes alıp bara doğru yürüdüm. Merdivenleri çıktım ve tam kapıyı açarken arkamdaki bir el kapıyı sertçe kapattı. Arkamı döndüğümde bunun siyah bir tişört ve kot pantolon giyen dev bir adam olduğunu gördüm. Boyutu beni biraz ürkütmüştü.
"Naptığını sanıyorsun sen?" Birasını yere koyarken sordu.
Görevli olmalıydı.
"Daha önce hiç görevlisi olan bir bar görmemiştim," dedim kendi kendime.
"O halde daha önce hiçbir barda bulunmamışsın demektir," dedi bana şüpheli bir şekilde bakarak.
Tamam, bildi. "Bara girmem gerekiyor. Arkadaşlarım içeride."
"Olur, önce bir kimliğini görelim."
Beni gafil avlamıştı. Ve biliyordum ki yalan söyleme şansımı da çoktan kaybetmiştim, zaten işe yarayacağını da pek düşünmüyordum. Henüz bir kimliğim yoktu.
"Ki-kimliğim yok," dedim bana acıyacağını umarak.
Ama aksine, yüzünde ürkütücü bir gülümseme belirdi. "O zaman sanırım bir problemimiz var. Bara girmek için yeterince büyük değilsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Good Girl's Bad Boys: The Good, The Bad, And The Bullied (Türkçe Çeviri)
Humor"Aslında oldukça basit," dedi Bennett. "Sen bizim iyi kızımız olacaksın," Declan başladı. Jordan gülümsedi, "Ve biz de senin kötü çocukların olacağız." Bir anlığına sessiz kaldım, bir onlara bir sözleşmeye baktıktan sonra tekrar onlara döndüm. Ardın...