Hadi çok yorum yapıp coşturun beni.
Hiçbir zaman ne giyeceğine karar veremeyen bir insan olmamıştım. Ne bulursa giyen tiplerdendim. Ancak şu an yaptığım tek şey bacaklarımı uzatarak yerde otururken gömme dolaba özensizce yerleştirdiğim kıyafetlere bakmaktı.
Bir randevuda ne giyilirdi ya da Ashton beni nereye götürecekti? Hiçbir fikrim yoktu. Şık mı yoksa günlük mü olmalıydı? Seksi ya da rahat?
"Tanrım," diye inledim. Yerimden fırlayarak kot pantolonlarımın altında kalan birkaç parça elbiseyi çıkardım. Benim değillerdi. Rebecca'nın yine fazla fazla aldığı en sonunda çürümeyi bıraktığı elbiselerden birkaçıydı. Atmam için bana vermişti. Ancak unutmuş olmalıyım ki eşyalarımı toparlarken bir şekilde araya karışmışlardı.
Derin sırt dekoltesi olan kırmızı uzun bir elbise. Ah, kalçaların hemen altında başlayan yırtmacını unutmuşum!
Ben bunu giyemezdim. Rebecca gibi bunu taşıyabilecek bir fiziğim yoktu. O yüzden onu direk eledim.
Diğeri ise dantelli kalın askıları olan siyah diz üstü bir elbiseydi. Göğüs dekoltesi normalden fazlaydı. Ancak bunu denemekten başka şansım yoktu.
Pijamalarımı ve sutyenimi çıkararak kendimi rahatsız edici elbisenin içine sokmaya çalıştım. Yandaki fermuarı çekmek için bütün enerjimi kullanmak zorunda kaldım. Bu kadar küçük alacak ne vardı sanki.
Koşar adımlarla yatak odasından çıktım ve kapının yanındaki aynanın karşına geçerek baştan aşağı kendimi süzdüm. Muhteşem değildi. Ama idare ederdi işte. En azından kot pantolonlarımdan ve çocuksu eteklerimden iyiydi.
Geri kalanı çocuk oyuncağıydı. Her şeyin altına uyan siyah süet kalın topuklu ayakkabılarımı giyimiş, saçlarımı geriye doğru taramıştım. Makyajla falan uğraşmamıştım. Sadece kuru dudaklarıma renk vermesi için şeftali rengindeki parlatıcımı sürmüştüm.
Telefonumu kontrol ettim. Herhangi bir mesaj yoktu. Saat 19.50'ydi. Kendime bir bardak su doldurdum. Ne kadar kendimi rahatlatmaya çalışsam da heyecandan terlemeye başlamıştım. Her şeyi batıracağıma ya da onun tekrar kalbimi kıracağına dair müthiş bir korku duyuyordum.
Bacaklarımı kahve sehpasına uzatmış karşımdaki duvar saatine bakarken sıkıntıdan tırnaklarımın kenarındaki etleri soyuyordum. Fikir benden çıkmıştı ancak stresli olan bendim.
Yelkovanın her hareketini gözlerimle takip ederken tam on ikinin üzerinde kapı zili çaldı. Ayaklarımı kahve sehpasından indirirken dudaklarımı 'vay canına' dercesine kıpırdattım.
Elim kapının tokmağındayken aynada son kez kendime baktım ve kapıyı açtım. Ancak gördüğüm görüntü nefesimi kesecek cinstendi.
Bacaklarını sıkıca saran siyah skinny'nin üzerine haki rengi bir gömlek giyimiş ve pantolonunun üzerine serbestçe bırakmıştı. Kestirmesine rağmen hala uzun sayılabilecek saçlarını yana yatırmıştı. Sakalları belirgin bir şekilde uzamıştı. Dokunmak için her şeyimi verebilirdim. Onu yırtık tişörtler ve kotların dışında daha düzenli bir görüntü içerisinde görmek beni şaşırtmıştı. Ancak şikayet edemeyecektim, mükemmel görünüyordu. Farklıydı ama hala kendi gibiydi.
Bakışlarımı en sonunda gözlerine çıkarabildiğimde bakışlarımız aynı saniye birbirleriyle buluştu.
Hafifçe yutkunduğunu aşağı yukarı hareket eden adem elmasından anladım. "Sen," diye mırıldandı bana doğru bir adım atarak. "Çok güzel görünüyorsun."
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. "Sen de öyle."
Dudaklarını diliyle ıslattı ve aramızdaki mesafeyi kapatarak kollarını belime doladı. Kafamı boynuna gömerek kokusunu derince içime çektim. En kaliteli viskiden bile daha çok sarhoş ediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARADISE LOST \\Irwin
Fanfiction"Burası," diye fısıldadı sıcak nefesi dudaklarıma çarparken. "Benim kayıp cennetim."